28 Mayıs 2016 Cumartesi

Aslı Erdoğan - Mucizevi Mandarin


Everest Yayınları
Sayfa Sayısı : 142

Dünya okurlarınca 'geleceğe kalacak elli yazar' arasında sayılan Aslı Erdoğan'ın ilk öykü kitabı Mucizevi Mandarin.

Aslı Erdoğan çok severek okuduğum, takip ettiğim yazarlardan biridir. Kendisini keşfetmem ilk romanı olan 'Kabuk Adam' ile birlikte başladı. Aniden benim yazarlarımdan biri oluverdi. Genel olarak eserlerinde umutsuzluk, karamsarlık duyguları hakimdir. Mucizevi Mandarin en sevdiğim kitabıdır. 'Unutulmuş Topraklar' da buluşalım.



Küçük bir çocukken - kulağıma komik geliyor doğrusu ama ben de bir zamanlar küçük bir çocuktum- dünyanın kahverengi gözlülere değişik görünüp görünmediğini merak ederdim.. Benim gözlerim mavi-gri, aslında maviden çok gri. Çok satan aşk ve casus romanlarının erkek kahramanları, hep sert ve keskin bakışlı, 'karakter sahibi' ve her nedense gri gözlüdür. Polisiye romanlarda da katillerin çoğunun gri gözlü olduğu istatistiksel olarak saptanabilirdi herhalde; gri şüphenin, esrarın, tıkır tıkır işleyen ölümcül bir beynin rengi olarak sunulur. Artık yeterince büyüdüm, en azından dünyayı başkalarından farklı görüyorsam, bunun nedeninin gözlerimin rengi olmadığını bilecek kadar.

'Aşkın bir gözü fazladır,' der Mahabarata, 'Aşkın bir gözü fazladır.'

Bir şehir, ancak içinde sevdiğiniz biri olunca yaşamaya başlar.

Karanlıkları, gölgeleri, eskiyi, yasa dışını seçerim ben. Düşü gerçeğe, geçmişi bugüne, acıyı umuda yeğ tuttuğum içindir herhalde.

Genç ve umut yüklü bakışlarla seyrediyorlardı dünyayı; yanlarındaki delikanlılar onları sevgiyle, hayranlıkla, tutkuyla kucaklıyordu; hiç tokat yememişler ve büyük bir olasılıkla bir ömür boyu yemeyeceklerdi; doğup büyüdükleri topraklar gelişip serpilmelerini, gerçek boylarına erişmelerini, mevsimi geldiğinde  çiçek açmalarını sağlayacaklardı. Daha şimdiden küçük birer tanrıçaydı hepsi. Ülkemdeki erkekler kadınlara böyle bakmıyor, böyle davranmıyordu. O yaşlardaki ilk ilişkilerimden aklımda kalan, 'ne koparsan kardır' türünden bir cinsellik, nedenini bir türlü çözemediğim aşağılanmalar, karşımda beliren zorbalar, timsahlar, cadı yakma törenleri, orospu yaftalarıydı.

Avrupa'nın orta yerinde bile Ortadoğulu kadınları bir bakışta ayırt edebilirim. Hepimizin gözlerinde derin bir korku var. Özgüvenimizi hiçbir zaman kazanamamışız, gururumuz Rasputin gibi yaralarla dolu. Batılı kadınların bedenlerini taşıyışından eser yok bizde. Avrupa'daki ilk birkaç ayım doğup büyüdüğüm toplumun bana kaybettirdiklerinin faturasını çıkartmakla geçti.

Süpermarketlerde satılan ürünler gibi, değişik marka ve renklerden oluşsa da özünde aynı, ucuza mal olmuş, el sürmeden, ince eleyip sık dokumadan üretilmiş insanlardan bıkmışım. Dünyadan akıllıca yararlanma isteğiyle dolu, açık vermekten, kendini kaptırmaktan, ruhunu çıplak bir halde sergilemekten, zayıflıktan ve bağımlılıktan ölesiye korkan bir sürüden var gücümle nefret ediyordum. Elbette, nefret dünyanın en kolay ve zevkli işidir, kayıp bir insanı uzun süre oyalayabilir, güçlendirir, sağ kalmasını sağlar.

'Vatan'ın, iletişim kurulan üç-beş insan; İstanbul'un, köklerim ve geçmişim; anadilimin ta kendim olduğunu zamanla öğrendim.

Benim cehennemim ne topraklarımda, ne de buradaymış. Onu kendi içimde taşıyormuşum, tıpkı cennet düşlerim gibi.

Dünya acımasız bir kararlılıkla beni izliyor.

'Şu ya da bu olduğu, sana şundan ya da bundan söz açtığı için değil, seni sevdiği ve hep sana döndüğü, ona ne kadar kötü davranırsan davran, bir köpek gibi sürekli geri döndüğü için birini sevmek...'

İlk anların, yeri doldurulamaz ilk anların güzelliği... Bütün başlangıçlar güzeldir.

Bu 'şimdilik' sözcüğünün ne kadar acımasız olduğunun farkında bile değil yeni yetme doktorum. İnsanoğlunun acılarını sürekli elinde lastik eldivenlerle, mikroskopla seyretmiş ne de olsa.

'Bak güzelim, ne olursa olsun aldırma ona. Bir erkek, karşına kurulmuş, sanki sen onun kaburga kemiği bile etmezmişsin gibi bir tavırla, senin hakkında, geçmişin, geleceğin, ne olduğun, ne olmayacağın hakkında ahkam kesmeye kalkışınca onu sakın dinleme. Sana kalçalarının fazla yağlı, göğüslerinin sarkık, gözlerinin daima uykulu olduğunu, kafanın pek hızlı işlemediğini söylüyorsa, edebiyat zevkini bayağı bulup, lisansüstü çalışmana ya da acemiliklerle dolu ilk şiirlerine, bestelerine bıyık altından gülüyorsa bırak onu. Hele hele, bir de tutmuş senin asla mutlu olamayacağını ileri sürüyorsa, haddini bilmez bir alçaktır, burnunun üzerine bir yumruk hak etmiştir.'

Daha yıllar yılı gündemi hep erkeklerin belirlediği masalarda, toplantılarda, yemeklerde oturacak, sağa sola güller dağıtır gibi gülümsemeler saçacak; bedeni için her türlü çılgınlığa girişmeye hazır gibi görünenlerin, göz açıp kapayıncaya dek aynı bedeni nasıl küçümsediklerini, nasıl didik didik ettiklerini görecek; sırf yeterince saldırgan ve ukala olmadığı için aptal yerine konulacak, bir çırpıda defterden silinecek; yetenekleri gonca halindeyken acımasızca ezilecek; 'aşk' sözcüğünü her mırıldanışında alaylı yüzler bulacak çevresinde. Aşık-olunan-kadınlar sınıfına, hani şu filmlerde, reklam panolarında,on dokuzuncu yüzyıl romanında karşısına çıkan sınıfa bir türlü dahil olamayacak, hatta sevgililerinin eski kız arkadaşlarının bile kolayca geçtiği, kuralları sürekli değişen yeterlilik sınavını ne yaparsa yapsın geçemeyecek.

Bir sokak köpeği kadar başı boştum. Görünüşteki sertliğime, özgürlüğüme toz kondurmayışıma, ceviz kabuğuma rağmen, bana biraz şefkat sunanın kulu kölesi olmaya hazırdım.

Erkeklerin benimle ilgili uydurduğu masallardan genellikle hoşnutumdur, gerçeklikle bağlantılarını araştırmak gibi çetin ve düş kırıklığı içeren bir işe kalkışmam bile. Nasıl olsa onlar beni değil, kendi yarattıkları bir imgeyi sevecekler, yargılayacaklar, aşağılayacaklar, terk edecekler, ona hem aşık olup hem de savaş açacaklar.

Çünkü güvenmenin, sevgiye boyun eğmenin, tutkuya kayıtsız şartsız teslim olmanın ve bütün bunların karşılığında hiç bir şey beklemeden, mutluluğu bile düşlemeden, sadece aşk adına yapabilmenin sevincini keşfetmek, bir kez daha, yeniden keşfetmek istiyordum.

O benim dünyayla göbek bağım olduğu gibi, geçmişime açılan gizli kapımdı. Ona anlattığım öyküler sayesinde çocukluğumu, İstanbul'u, topraklarımı tam elimden kaçıp gitmek üzereyken yakalamayı başarmıştım.

Bir aşkı ancak yitirdikten sonra yaşayabiliyor; tutkuyu, önce acılarını tanıyarak öğreniyormuşum.

İnsanlar değil de kuklalar vardı masalarda.

Onların, insanların dünyasıydı gerçek dünya, gerçek dışı olan bendim. Onlar soluk alıp veriyor değişiyor, yapıyor, kuruyor, istiyor, çiftleşiyor, kızıyor, ağlıyor, kahkahalar atıyor, sağ kalıyordu. Ben seyrediyordum. Yaşamın yüreğinde bir boşluktum, bir yorumdan, bir soru işaretinden, bir bakıştan, yani hiçlikten başka bir şey değildim. :)

Hiç bir şeyi unutmak olası değil. Günü gelince anılar belleğin diplerinden su yüzüne vuruyor teker teker. Sokaklar, yüzler, yaralar... Her an bir yerlere kazılmış. :)

Dikkat etmelisin Michelle! Gerçek hayat kurmaca öykülere benzemez, biraz buruk, biraz hüzünlü değildir; delilik gibi, düşler gibi saçmalıkla, tuzaklarla, karmaşayla doludur.

Var olduklarına kesintisizce inanabilmek için gören gözlere ihtiyaç duyar insanlar.

Şefkat, bazen nasıl da ona en çok gereksinim duyanları paramparça ediyor.

İşkenceden geçmiş bir kadını kusursuzca sevebileceğine, aşkın tılsımlı gücünün en derin yaraları iyileştireceğine öylesine inanmış. Nasıl da kendine güveniyor! Beni bir acı anıtına, günah çıkartmak için önünde diz çökeceği bir tapınma nesnesine dönüştürmek istiyor. O anda nefret ediyordum Sergio'dan. Bütün kartlarını gördüm, oyununu çözdüm.

Oysa insanın bir başkasını küllerinden bile olsa yeniden yaratmak istemesi, sonsuz bir yetki üstlenmeyi, bir tanrı olmayı arzulamasıdır. Bu da onun acı çekmesini ya da ölmesini istemekten daha masum değildir. Belki de ben başkalarına yönelik her türlü dileği ancak bir saldırı olarak algılayabiliyordum. Korumak arzusu ile hükmetmek arzusu arasındaki sınırın nasıl çizilebileceğini bilmiyordum. Sonuçta, birisini var olmayan bir dünyaya inandırmak, hiç gelmeyecek bir mutluluğa hazırlamak, zavallı bir sokak köpeğini, ömür boyu tekmeler, taşlar görecekken, şefkate alıştırmak suçtur.

...Sana daha önceden hiç söylenmemiş sözleri söylemek, hiç anlatılmamış öyküleri anlatmak, keşfedilmemiş bir dünya göstermek isterdim. Ama sadece müzik gerçekten söz edebilir aşktan. Aşktan ve ölümden... Sözcüklerin ulaşamadığı yerlere sadece o dokunabilir.

Yanımda yürüyen kişiye aşıktım, zaten ben her zaman ve mekanda aşık olacak, dolayısyla bana acı çektirecek birini hep bulmuşumdur.

Yitirdiğim bir şey arıyorum ama neyi yitirdiğimi unutmuşum.

Dünya üzerinde bunca felaket, acı, hastalık, sakatlık varken, neden tek gözlü bir bakışın insanları böylesine korkuttuğunu çözümlemeye çalışıyorum.

İnsanoğlu birleşerek üremek yerine bakteriler gibi ikiye bölünseydi, yani parçalanma, doğumun ve geleceğin simgesi olsaydı, belki ben peygamber seçilirdim.

İçimde bir şeyler ölüp durmakta.

Biri geçmişte, biri gelecekte saklı iki umutsuz benliğin arasında asılı kalmalı, yaşam ırmağının üzerinde kapalı gözlerle, kıpırtısız durmalıyım. Ancak öylece zamanı dondurur, evreni bir anlığına baştan aşağı yıkar, sonra yeniden kurabilirim.

Artık hiç bir şey canımı acıtmıyor, hiç bir şey beni korkutmuyor. Çünkü korku etin içindedir, arzu gibi. Arınmışım, kutsanmışım.

...Ona tam bağlanmışken, beni tek başıma bırakıp gitti. Kendimize doğru yaptığımız yolculukta yapayalnız olduğumuzu bilmiyor muydum yoksa? Gene de, gene de...

Ben sizden çok daha yakınım sessizliğe, inanın sessizliğin de sırları var, hatta geriye kalmış bütün sırlar onda. Sessizliğin şiddeti en keskin olanıdır; gökyüzünü anlayabilmek için, susmak ve dinlemek gerekiyor.

Varlığına inanmak zorunda olduğumuz 'gerçek' i arıyorsanız eğer, oyunlardan söz edenlerin ve oynayanların ortasında, bence insanlara bakmayı öğrenin. Gizlerine, korkunç anlarına değil, yüzlerine hiç değil. ( Çünkü insan yüzleri yalandır, sözleri de, özellikle de sözleri. Dostum yazılmış ya da yazılmamış her sözün artık güç isteminden başka bir şey olmadığının farkında değil misiniz? ) Bir şey de beklemeyin onlardan. Bakın yalnızca, bakışlarınızın sıcaklığında açılıp içlerini koyvereceklerdir nasıl olsa (tıpkı sizin gibi, benim bakışlarımda). Böylece öğreneceğiz susmayı da ağlamayı da.

Tek bir veda bütün bir ömür sürüyor.

Sen acının sınırları olduğuna inanır mısın?

Köşeye sıkıştırılan hayatın çığlığını duyar ve alayla gülümser ölüm. O herkese farklı bir yüzünü gösterir ve yüzü maske gözleri kadar sır doludur.

Bazen geride bıraktıklarının özlemi o kadar dayanılmazdır ki dik yamacı tırmanmaya ve çukurdan kurtulmaya çalışır unuttuğu ya da yarım bıraktığı bir şeyin peşindedir belki, daha yaşamak istiyordur, ama kumlar çok kaygan, yamaç çok diktir. En güçlü savaşçı bile yeryüzüne varamaz. Kayalar yumuşadığından ve topraklar yitirildiğinden beri kutsal ağaç yok oldu; artık ölüler de geri dönmek istemiyor.

Gökyüzü yaşayanlarınsa, toprak ölülerindir. Bir bakış kadar gökyüzü, bir beden büyüklüğünde toprak.

Bir anı geçmişe uzanan köprüdür, üzerinde yitip gittiğin dar, tahta, tehlikeli bir köprü.

Gurur! Cesaret! Şu an ne kadar anlamsız bu sözcükler. Yalnızca yaşamın sözlüğünde yer alabilirler, ölümün değil.

İnsan felaketleri, ölümleri, yıkımları uysallaştırmanın, gündelik hayatın dar duvarlarına sıkıştırmanın bir yolunu hep bulur ama bu gene de onu kurtarmaz. Acı hep vardır, hep devam eder. İnsan kendisi olduğu ve kendisi olmaya katlanamadığı için belki de. Sürekli geçen, durdurulamayan zamanı doldurmak için.

Yaşamı yaşamaya değer kılacak bir inanç, bir düşünce, bir insan olmalıydı bir yerlerde. Bir sokaktan diğerine, bir kitaptan ötekine, bir bakıştan bir bakışa hep bu acınası, saf, tehlikeli inançla koştum durdum. Dünyayı adım adım kat ettim, gözüme ilişen her deliğe, çukura, kovuğa ellerimi uzatıp karış karış aradım. Avuçlarımda bulduğum hep boşluktu, kader çizgilerimin arasındaki boşluk. Yaşamı bütünüyle ıskaladım. Mutsuzluğumun hiç bir ödülü, değeri, avuntusu olmadı. Yalnızlığımla yaşamayı hiç öğrenemedim. :)

'Hayat bu kadar hüzünlüyken her insan sarhoş olmalı,' derdi.

Ölümün çorak dağından aşağılara bakıyorum, güneş batmak üzere ve  gün batımı vadiyi gerçekte olduğundan daha derin ve güzel gösteriyor. İşte sana hayatı bir Kızılderili gibi anlatmaya çalıştım.

Sana ölmenin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirdim belki ama anlatmayacağım. And Dağları'nı, Kızılderilileri, okyanusu hiç bir zaman göremeyeceğimi, Çamlıca Korusu'na bir kez daha gidemeyeceğimi bilmek korkunç bir acıyla kaplıyor içimi ve hayatta daha neler var! Gidilmemiş yerlerin, okunmamış kitapların, yerine getirilmemiş sözlerin, dilimin ucunda takılıp kalmış cümlelerin pişmanlığını yaşıyorum en çok. Ona güvenli bir uzaklıktayken ölüm beni büyülerdi; oysa hiç de yazarların ve peygamberlerin bize söyledikleri gibi gizemli, kutsal, yüce değilmiş. Bir geçit olduğuna da inanmıyorum.

Hayatın, bundan böyle cesedimi, kaderin sana acımasızca, haksızca verdiği bu yükü taşıyacak Benim anım, köpeklerin bir köşede saklayıp arada bir dişledikleri, parçalamaya uğraştığı kemikler gibi olacak belleğin için. Bunu değiştirebilecek gücüm olsaydı, inan değiştirirdim. İkimizden birini kurtarma şansım olsaydı, inan seni kurtarırdım. Belki de gerçek bir Kızılderili gibi atımı dağlara sürmeli ve gözden uzak bir mağarada tek başıma ölmeliydim.
Gene de her şeye rağmen, hayatı, o 'olağanüstü güzellikteki şarkıyı' dinlemeyi öğren, ta ruhunda duyana dek. :)

Mutlu uyandığım sabahlarda, rüyamda onu görmüş olduğumu bilirdim.

Nedenini bilmiyorum ama en çok dağlar hatırlatıyor onu bana. Dorukların bilge suskunluğunda onun ruhunu buluyorum sanki. Dağlar öylesine yakın ve öylesine uzak, öylesine anlaşılır ve öylesine ulaşılmaz, anlamını belli belirsiz sezdiğim bir şiir mırıldanıyor bugün. Kayıp bir dildeki kayıp dizeler bunlar, ama fısıldadıkları sırrı çözüyor, yaşlı gözlerle gülümsüyorum onlara.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder