21 Ekim 2016 Cuma

Dostoyevski teşekkürler sana


Ama sana kin bağlamak mı, Nastenka?.. Tertemiz pırıl pırıl mutluluğuna gölge düşürmek mi? Acı sitemlerimle sen kederlendirip gizli azaplar vererek, en mutlu anlarında yüreğinin acıyla çarpmasını ister miyim? Gelin olduğun gün, onunla birlikte yürürken siyah saçlarını süslediğin narin çiçeklerden tekini bile soldurabilir miyim? Bunları ben mi yapacağım, Nastenka? Asla, asla! Göklerin her zaman açık olsun, sevimli gülümseyişin parlaklığını, mutluluğunu yitirmesin. Yapayalnız yaşayan, sana karşı şükranla çarpan bu yüreğe tattırdığın mutluluk anından dolayı seni hep hayırla anacağım.

Beyaz Geceler

29 Mayıs 2016 Pazar

Dal goncayı bir sabah - Ömer Hayyam

Dal goncayı bir sabah açılmış buldu, 
Gül melteme bir masal deyip savruldu 
Dünyada vefasızlığa bak; on günde 
Bir gül yetişip, açıp, solup kayboldu. 
Sen acırken bana, hiç bir günahımdan korkmam 
Benle oldukça; yokuş, engebe, yoldan korkmam 
Beni ak yüzle diriltirsin a Tanrım, bilirim; 
Defterim dolsa da suçlarla, siyahtan korkmam.

Ömer Hayyam

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin - Çizmeci

Çizmeci
(Bilmece)

Çizmeci bir gün bir tablo incelerken
Pabuçtaki hatayı göstermiş;
Ressam alıp fırçayı düzeltmiş hemen,
Çizmeci, eller böğürde, devam etmiş;
'Bence yüz iğri bir parça...
Ya şu göğüs, sanki fazlaca çıplak?...'
O zaman Apelles kesmiş sabırsızca:
'Çizmeden yukarı çıkma ahbap'
Bir tanıdığım var örnek buna:
Sözcükleri pek serttir ya
Hangi konudan anlar bilmem,
Fakat söze çizmeden başlamaya görsün;
Dünyayı yargılar uyup şeytana!

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin                     
1829

Aslı Erdoğan - Mucizevi Mandarin


Everest Yayınları
Sayfa Sayısı : 142

Dünya okurlarınca 'geleceğe kalacak elli yazar' arasında sayılan Aslı Erdoğan'ın ilk öykü kitabı Mucizevi Mandarin.

Aslı Erdoğan çok severek okuduğum, takip ettiğim yazarlardan biridir. Kendisini keşfetmem ilk romanı olan 'Kabuk Adam' ile birlikte başladı. Aniden benim yazarlarımdan biri oluverdi. Genel olarak eserlerinde umutsuzluk, karamsarlık duyguları hakimdir. Mucizevi Mandarin en sevdiğim kitabıdır. 'Unutulmuş Topraklar' da buluşalım.



Küçük bir çocukken - kulağıma komik geliyor doğrusu ama ben de bir zamanlar küçük bir çocuktum- dünyanın kahverengi gözlülere değişik görünüp görünmediğini merak ederdim.. Benim gözlerim mavi-gri, aslında maviden çok gri. Çok satan aşk ve casus romanlarının erkek kahramanları, hep sert ve keskin bakışlı, 'karakter sahibi' ve her nedense gri gözlüdür. Polisiye romanlarda da katillerin çoğunun gri gözlü olduğu istatistiksel olarak saptanabilirdi herhalde; gri şüphenin, esrarın, tıkır tıkır işleyen ölümcül bir beynin rengi olarak sunulur. Artık yeterince büyüdüm, en azından dünyayı başkalarından farklı görüyorsam, bunun nedeninin gözlerimin rengi olmadığını bilecek kadar.

'Aşkın bir gözü fazladır,' der Mahabarata, 'Aşkın bir gözü fazladır.'

Bir şehir, ancak içinde sevdiğiniz biri olunca yaşamaya başlar.

Karanlıkları, gölgeleri, eskiyi, yasa dışını seçerim ben. Düşü gerçeğe, geçmişi bugüne, acıyı umuda yeğ tuttuğum içindir herhalde.

Genç ve umut yüklü bakışlarla seyrediyorlardı dünyayı; yanlarındaki delikanlılar onları sevgiyle, hayranlıkla, tutkuyla kucaklıyordu; hiç tokat yememişler ve büyük bir olasılıkla bir ömür boyu yemeyeceklerdi; doğup büyüdükleri topraklar gelişip serpilmelerini, gerçek boylarına erişmelerini, mevsimi geldiğinde  çiçek açmalarını sağlayacaklardı. Daha şimdiden küçük birer tanrıçaydı hepsi. Ülkemdeki erkekler kadınlara böyle bakmıyor, böyle davranmıyordu. O yaşlardaki ilk ilişkilerimden aklımda kalan, 'ne koparsan kardır' türünden bir cinsellik, nedenini bir türlü çözemediğim aşağılanmalar, karşımda beliren zorbalar, timsahlar, cadı yakma törenleri, orospu yaftalarıydı.

Avrupa'nın orta yerinde bile Ortadoğulu kadınları bir bakışta ayırt edebilirim. Hepimizin gözlerinde derin bir korku var. Özgüvenimizi hiçbir zaman kazanamamışız, gururumuz Rasputin gibi yaralarla dolu. Batılı kadınların bedenlerini taşıyışından eser yok bizde. Avrupa'daki ilk birkaç ayım doğup büyüdüğüm toplumun bana kaybettirdiklerinin faturasını çıkartmakla geçti.

Süpermarketlerde satılan ürünler gibi, değişik marka ve renklerden oluşsa da özünde aynı, ucuza mal olmuş, el sürmeden, ince eleyip sık dokumadan üretilmiş insanlardan bıkmışım. Dünyadan akıllıca yararlanma isteğiyle dolu, açık vermekten, kendini kaptırmaktan, ruhunu çıplak bir halde sergilemekten, zayıflıktan ve bağımlılıktan ölesiye korkan bir sürüden var gücümle nefret ediyordum. Elbette, nefret dünyanın en kolay ve zevkli işidir, kayıp bir insanı uzun süre oyalayabilir, güçlendirir, sağ kalmasını sağlar.

'Vatan'ın, iletişim kurulan üç-beş insan; İstanbul'un, köklerim ve geçmişim; anadilimin ta kendim olduğunu zamanla öğrendim.

Benim cehennemim ne topraklarımda, ne de buradaymış. Onu kendi içimde taşıyormuşum, tıpkı cennet düşlerim gibi.

Dünya acımasız bir kararlılıkla beni izliyor.

'Şu ya da bu olduğu, sana şundan ya da bundan söz açtığı için değil, seni sevdiği ve hep sana döndüğü, ona ne kadar kötü davranırsan davran, bir köpek gibi sürekli geri döndüğü için birini sevmek...'

İlk anların, yeri doldurulamaz ilk anların güzelliği... Bütün başlangıçlar güzeldir.

Bu 'şimdilik' sözcüğünün ne kadar acımasız olduğunun farkında bile değil yeni yetme doktorum. İnsanoğlunun acılarını sürekli elinde lastik eldivenlerle, mikroskopla seyretmiş ne de olsa.

'Bak güzelim, ne olursa olsun aldırma ona. Bir erkek, karşına kurulmuş, sanki sen onun kaburga kemiği bile etmezmişsin gibi bir tavırla, senin hakkında, geçmişin, geleceğin, ne olduğun, ne olmayacağın hakkında ahkam kesmeye kalkışınca onu sakın dinleme. Sana kalçalarının fazla yağlı, göğüslerinin sarkık, gözlerinin daima uykulu olduğunu, kafanın pek hızlı işlemediğini söylüyorsa, edebiyat zevkini bayağı bulup, lisansüstü çalışmana ya da acemiliklerle dolu ilk şiirlerine, bestelerine bıyık altından gülüyorsa bırak onu. Hele hele, bir de tutmuş senin asla mutlu olamayacağını ileri sürüyorsa, haddini bilmez bir alçaktır, burnunun üzerine bir yumruk hak etmiştir.'

Daha yıllar yılı gündemi hep erkeklerin belirlediği masalarda, toplantılarda, yemeklerde oturacak, sağa sola güller dağıtır gibi gülümsemeler saçacak; bedeni için her türlü çılgınlığa girişmeye hazır gibi görünenlerin, göz açıp kapayıncaya dek aynı bedeni nasıl küçümsediklerini, nasıl didik didik ettiklerini görecek; sırf yeterince saldırgan ve ukala olmadığı için aptal yerine konulacak, bir çırpıda defterden silinecek; yetenekleri gonca halindeyken acımasızca ezilecek; 'aşk' sözcüğünü her mırıldanışında alaylı yüzler bulacak çevresinde. Aşık-olunan-kadınlar sınıfına, hani şu filmlerde, reklam panolarında,on dokuzuncu yüzyıl romanında karşısına çıkan sınıfa bir türlü dahil olamayacak, hatta sevgililerinin eski kız arkadaşlarının bile kolayca geçtiği, kuralları sürekli değişen yeterlilik sınavını ne yaparsa yapsın geçemeyecek.

Bir sokak köpeği kadar başı boştum. Görünüşteki sertliğime, özgürlüğüme toz kondurmayışıma, ceviz kabuğuma rağmen, bana biraz şefkat sunanın kulu kölesi olmaya hazırdım.

Erkeklerin benimle ilgili uydurduğu masallardan genellikle hoşnutumdur, gerçeklikle bağlantılarını araştırmak gibi çetin ve düş kırıklığı içeren bir işe kalkışmam bile. Nasıl olsa onlar beni değil, kendi yarattıkları bir imgeyi sevecekler, yargılayacaklar, aşağılayacaklar, terk edecekler, ona hem aşık olup hem de savaş açacaklar.

Çünkü güvenmenin, sevgiye boyun eğmenin, tutkuya kayıtsız şartsız teslim olmanın ve bütün bunların karşılığında hiç bir şey beklemeden, mutluluğu bile düşlemeden, sadece aşk adına yapabilmenin sevincini keşfetmek, bir kez daha, yeniden keşfetmek istiyordum.

O benim dünyayla göbek bağım olduğu gibi, geçmişime açılan gizli kapımdı. Ona anlattığım öyküler sayesinde çocukluğumu, İstanbul'u, topraklarımı tam elimden kaçıp gitmek üzereyken yakalamayı başarmıştım.

Bir aşkı ancak yitirdikten sonra yaşayabiliyor; tutkuyu, önce acılarını tanıyarak öğreniyormuşum.

İnsanlar değil de kuklalar vardı masalarda.

Onların, insanların dünyasıydı gerçek dünya, gerçek dışı olan bendim. Onlar soluk alıp veriyor değişiyor, yapıyor, kuruyor, istiyor, çiftleşiyor, kızıyor, ağlıyor, kahkahalar atıyor, sağ kalıyordu. Ben seyrediyordum. Yaşamın yüreğinde bir boşluktum, bir yorumdan, bir soru işaretinden, bir bakıştan, yani hiçlikten başka bir şey değildim. :)

Hiç bir şeyi unutmak olası değil. Günü gelince anılar belleğin diplerinden su yüzüne vuruyor teker teker. Sokaklar, yüzler, yaralar... Her an bir yerlere kazılmış. :)

Dikkat etmelisin Michelle! Gerçek hayat kurmaca öykülere benzemez, biraz buruk, biraz hüzünlü değildir; delilik gibi, düşler gibi saçmalıkla, tuzaklarla, karmaşayla doludur.

Var olduklarına kesintisizce inanabilmek için gören gözlere ihtiyaç duyar insanlar.

Şefkat, bazen nasıl da ona en çok gereksinim duyanları paramparça ediyor.

İşkenceden geçmiş bir kadını kusursuzca sevebileceğine, aşkın tılsımlı gücünün en derin yaraları iyileştireceğine öylesine inanmış. Nasıl da kendine güveniyor! Beni bir acı anıtına, günah çıkartmak için önünde diz çökeceği bir tapınma nesnesine dönüştürmek istiyor. O anda nefret ediyordum Sergio'dan. Bütün kartlarını gördüm, oyununu çözdüm.

Oysa insanın bir başkasını küllerinden bile olsa yeniden yaratmak istemesi, sonsuz bir yetki üstlenmeyi, bir tanrı olmayı arzulamasıdır. Bu da onun acı çekmesini ya da ölmesini istemekten daha masum değildir. Belki de ben başkalarına yönelik her türlü dileği ancak bir saldırı olarak algılayabiliyordum. Korumak arzusu ile hükmetmek arzusu arasındaki sınırın nasıl çizilebileceğini bilmiyordum. Sonuçta, birisini var olmayan bir dünyaya inandırmak, hiç gelmeyecek bir mutluluğa hazırlamak, zavallı bir sokak köpeğini, ömür boyu tekmeler, taşlar görecekken, şefkate alıştırmak suçtur.

...Sana daha önceden hiç söylenmemiş sözleri söylemek, hiç anlatılmamış öyküleri anlatmak, keşfedilmemiş bir dünya göstermek isterdim. Ama sadece müzik gerçekten söz edebilir aşktan. Aşktan ve ölümden... Sözcüklerin ulaşamadığı yerlere sadece o dokunabilir.

Yanımda yürüyen kişiye aşıktım, zaten ben her zaman ve mekanda aşık olacak, dolayısyla bana acı çektirecek birini hep bulmuşumdur.

Yitirdiğim bir şey arıyorum ama neyi yitirdiğimi unutmuşum.

Dünya üzerinde bunca felaket, acı, hastalık, sakatlık varken, neden tek gözlü bir bakışın insanları böylesine korkuttuğunu çözümlemeye çalışıyorum.

İnsanoğlu birleşerek üremek yerine bakteriler gibi ikiye bölünseydi, yani parçalanma, doğumun ve geleceğin simgesi olsaydı, belki ben peygamber seçilirdim.

İçimde bir şeyler ölüp durmakta.

Biri geçmişte, biri gelecekte saklı iki umutsuz benliğin arasında asılı kalmalı, yaşam ırmağının üzerinde kapalı gözlerle, kıpırtısız durmalıyım. Ancak öylece zamanı dondurur, evreni bir anlığına baştan aşağı yıkar, sonra yeniden kurabilirim.

Artık hiç bir şey canımı acıtmıyor, hiç bir şey beni korkutmuyor. Çünkü korku etin içindedir, arzu gibi. Arınmışım, kutsanmışım.

...Ona tam bağlanmışken, beni tek başıma bırakıp gitti. Kendimize doğru yaptığımız yolculukta yapayalnız olduğumuzu bilmiyor muydum yoksa? Gene de, gene de...

Ben sizden çok daha yakınım sessizliğe, inanın sessizliğin de sırları var, hatta geriye kalmış bütün sırlar onda. Sessizliğin şiddeti en keskin olanıdır; gökyüzünü anlayabilmek için, susmak ve dinlemek gerekiyor.

Varlığına inanmak zorunda olduğumuz 'gerçek' i arıyorsanız eğer, oyunlardan söz edenlerin ve oynayanların ortasında, bence insanlara bakmayı öğrenin. Gizlerine, korkunç anlarına değil, yüzlerine hiç değil. ( Çünkü insan yüzleri yalandır, sözleri de, özellikle de sözleri. Dostum yazılmış ya da yazılmamış her sözün artık güç isteminden başka bir şey olmadığının farkında değil misiniz? ) Bir şey de beklemeyin onlardan. Bakın yalnızca, bakışlarınızın sıcaklığında açılıp içlerini koyvereceklerdir nasıl olsa (tıpkı sizin gibi, benim bakışlarımda). Böylece öğreneceğiz susmayı da ağlamayı da.

Tek bir veda bütün bir ömür sürüyor.

Sen acının sınırları olduğuna inanır mısın?

Köşeye sıkıştırılan hayatın çığlığını duyar ve alayla gülümser ölüm. O herkese farklı bir yüzünü gösterir ve yüzü maske gözleri kadar sır doludur.

Bazen geride bıraktıklarının özlemi o kadar dayanılmazdır ki dik yamacı tırmanmaya ve çukurdan kurtulmaya çalışır unuttuğu ya da yarım bıraktığı bir şeyin peşindedir belki, daha yaşamak istiyordur, ama kumlar çok kaygan, yamaç çok diktir. En güçlü savaşçı bile yeryüzüne varamaz. Kayalar yumuşadığından ve topraklar yitirildiğinden beri kutsal ağaç yok oldu; artık ölüler de geri dönmek istemiyor.

Gökyüzü yaşayanlarınsa, toprak ölülerindir. Bir bakış kadar gökyüzü, bir beden büyüklüğünde toprak.

Bir anı geçmişe uzanan köprüdür, üzerinde yitip gittiğin dar, tahta, tehlikeli bir köprü.

Gurur! Cesaret! Şu an ne kadar anlamsız bu sözcükler. Yalnızca yaşamın sözlüğünde yer alabilirler, ölümün değil.

İnsan felaketleri, ölümleri, yıkımları uysallaştırmanın, gündelik hayatın dar duvarlarına sıkıştırmanın bir yolunu hep bulur ama bu gene de onu kurtarmaz. Acı hep vardır, hep devam eder. İnsan kendisi olduğu ve kendisi olmaya katlanamadığı için belki de. Sürekli geçen, durdurulamayan zamanı doldurmak için.

Yaşamı yaşamaya değer kılacak bir inanç, bir düşünce, bir insan olmalıydı bir yerlerde. Bir sokaktan diğerine, bir kitaptan ötekine, bir bakıştan bir bakışa hep bu acınası, saf, tehlikeli inançla koştum durdum. Dünyayı adım adım kat ettim, gözüme ilişen her deliğe, çukura, kovuğa ellerimi uzatıp karış karış aradım. Avuçlarımda bulduğum hep boşluktu, kader çizgilerimin arasındaki boşluk. Yaşamı bütünüyle ıskaladım. Mutsuzluğumun hiç bir ödülü, değeri, avuntusu olmadı. Yalnızlığımla yaşamayı hiç öğrenemedim. :)

'Hayat bu kadar hüzünlüyken her insan sarhoş olmalı,' derdi.

Ölümün çorak dağından aşağılara bakıyorum, güneş batmak üzere ve  gün batımı vadiyi gerçekte olduğundan daha derin ve güzel gösteriyor. İşte sana hayatı bir Kızılderili gibi anlatmaya çalıştım.

Sana ölmenin nasıl bir şey olduğunu anlatabilirdim belki ama anlatmayacağım. And Dağları'nı, Kızılderilileri, okyanusu hiç bir zaman göremeyeceğimi, Çamlıca Korusu'na bir kez daha gidemeyeceğimi bilmek korkunç bir acıyla kaplıyor içimi ve hayatta daha neler var! Gidilmemiş yerlerin, okunmamış kitapların, yerine getirilmemiş sözlerin, dilimin ucunda takılıp kalmış cümlelerin pişmanlığını yaşıyorum en çok. Ona güvenli bir uzaklıktayken ölüm beni büyülerdi; oysa hiç de yazarların ve peygamberlerin bize söyledikleri gibi gizemli, kutsal, yüce değilmiş. Bir geçit olduğuna da inanmıyorum.

Hayatın, bundan böyle cesedimi, kaderin sana acımasızca, haksızca verdiği bu yükü taşıyacak Benim anım, köpeklerin bir köşede saklayıp arada bir dişledikleri, parçalamaya uğraştığı kemikler gibi olacak belleğin için. Bunu değiştirebilecek gücüm olsaydı, inan değiştirirdim. İkimizden birini kurtarma şansım olsaydı, inan seni kurtarırdım. Belki de gerçek bir Kızılderili gibi atımı dağlara sürmeli ve gözden uzak bir mağarada tek başıma ölmeliydim.
Gene de her şeye rağmen, hayatı, o 'olağanüstü güzellikteki şarkıyı' dinlemeyi öğren, ta ruhunda duyana dek. :)

Mutlu uyandığım sabahlarda, rüyamda onu görmüş olduğumu bilirdim.

Nedenini bilmiyorum ama en çok dağlar hatırlatıyor onu bana. Dorukların bilge suskunluğunda onun ruhunu buluyorum sanki. Dağlar öylesine yakın ve öylesine uzak, öylesine anlaşılır ve öylesine ulaşılmaz, anlamını belli belirsiz sezdiğim bir şiir mırıldanıyor bugün. Kayıp bir dildeki kayıp dizeler bunlar, ama fısıldadıkları sırrı çözüyor, yaşlı gözlerle gülümsüyorum onlara.



27 Mayıs 2016 Cuma

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski - Ezilenler


Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviri : Nihal Yalaza Taluy
Sayfa Sayısı :  394

Ezilenler Dostoyevski'nin Victor Hugo'nun Sefiller isimli eserinden etkilenerek yazmış olduğu romanıdır. Edebiyat dünyasında yoğun eleştiriler almış olsa da okuyucular tarafından çok sevilen bir kitap olmuştur. İlmek ilmek yüreğe dokunmaktadır. Dostoyevski her zaman olduğu gibi bu kitabında da mesajını inceden inceye vermiştir. Bir tanedir.




Temelli yitirdiğimizi yeniden bulmaktan umudu kesmeliyiz.


..zaten geçmiş insanlara hep hoş görünür. Ben bile eskiyi düşündükçe üzülmekten kendimi alamıyorum.


İnsan kalbinin en asil özelliğinden,bağışlamak ve kötülüğe iyilikle karşılık vermek özellliğinden faydalandı, incittiği insanın iyi yürekliliğine sığınarak yardımı diledi.


Nataşa kuruntulu, ama açık yürekli, içi temiz bir kızdı. Kuşkulu oluşu da saflığından, temizliğinden geliyordu. Gururluydu, ama bu gurur hiç bir zaman kibre varmıyordu. Yüceleştirdiği bir varlığın alaya alınmasına dayanamazdı. Kişiliğine yöneltilen  hakarete aynen karşılık verebilirdi, ama kutsal saydığı şeylere tecavüz edilince acı çekerdi. Bu durum ruhunun yeteri kadar güçlü olmayışından gelmiyordu. Kendi dünyasında yaşayanların çoğunda olduğu gibi toplum hayatından, insanlardan uzak yaşamaktan geliyordu. O da tüm hayatını, neredeyse hiç çıkmadan kendi dünyasında geçirmişti. Ayrıca Nataşa'nın belki babasından geçmiş, bütün iyi kalpli insanlara has bir özelliği vardı: Karşındakini olduğundan iyi görür, daha ilk bakışta meziyetlerini büyütürdü. Bu çeşit insanların hayal kırıklığına, hele sebebin kendileri olduğunu bilerek uğramaları pek acı olur. Ne diye kendilerine verilebilecekten fazlasını umarlar sanki? Böyleleri, her an hayal kırıklığıyla karşılaşmaktansa, köşelerine çekilip dünyayla bağlantıyı kesmeli en iyisi. Dikkat ettim, köşelerini öyle severler ki, zamanla büsbütün yabanileşirler. Üstelik Nataşa birçok felaket, acı, hakaret görmüştü. Bu bakımdan onu sağlam yapılı saymaya imkan yoktu. Yani onun için söylediklerimde bir kusur varsa bile hoş görülmeliydi. :)


İnsanlar bazen azarlanmaya, hırpalanmaya gerek duyar.


Sosyetenin düşündüklerine metelik vermesin. Öyle yapması gerek. Onun için bu evlenmede en büyük şerefsizlik o adi guruha karışmak, bunu anlamalı. Asil gururu, topluma vereceği en iyi cevap olur. O zaman belki elimi uzatırım ona. Ondan sonra evladıma çamur sıçratmaya kalkışsınlar da göreyim.


Erkek soğudukça öbür tarafın aşkı hararetlenir: Kıskançlık, hayatını cehennem azabına çevirir; bunun ayrılmaya, hatta cinayete kadar yolu var...


Para birçok durumda insana karar verme rahatlığı sağlar. Belki şu anda ihtiyacın yok ama, ileride gerekip gerekmeyeceğini kim bilir? Her şeyi düşünerek sana bu parayı bırakıyorum.


Aşkolsun Alyoşa'ya, Natalya Nikolayevna'yı böyle bir yerde nasıl oturtuyor? İşte ayrıntı sayılan bu gibi şeyler insanları olduğu gibi gösterir.


Kadın karakterinde bir özelliğe dikkat ettim. Suçüstü yakalanan bir kadın, o anda suçunu itiraf edip af dilemektense ileride bin kere gönlünüzü alarak kendini bağışlatmayı tercih eder. :)


Yalnız içtenlikle, dürüstlükle amaca ulaşılabilir.


Başkasından saygı görmek istersen, önce ve en önemlisi kendi kendine saygı duymalısın; ancak bu şekilde kendini saydırabilirsin.


Doğru mu söylüyorum, yanlış mı? Doğruysa bunu açıkça söyleyin. Açık yüreklilikle nice kötülük yok edilebilir.


Her aşk geçicidir ama, uyumsuzluk bakidir.


Yalnız sözle aşk olmaz, bunu hareketlerinle de ispat edeceksin. Sana göre, 'Yanımda ol, geri kalanı bana vız gelir!' değil mi? Bu pek soylu, efendice bir düşünce değil. Durup insanlığa sevgiden söz açarken, hümanizma konularıyla coşarken, beri yanda aşka kıydığının farkına varmaman garibime gidiyor doğrusu!


...İki kişi senli benli konuşmaya karar verir ama, bunu bir türlü yapamazlar.


Tongaya basamamak için kuru zeka yetmez, yürek de gerek. Yüreği onu aldatmamış.


Zaten 'yüksek ruhlu varlıklar' böyle namussuzların ekmeğine yağ sürerler. Asil oldukları için kolayca aldatılırlar. Ayrıca kanuna başvurmak gerektiği zaman azametli bir küçümsemeye bürünürler.


Gerçi namussuz olmasına namussuz ya! Zaten namussuz olmayan adam yoktur.


Bu çocuklukla kadınlık arasında karar kılmamış yüze, taptaze bir saflık, bir gerçek özlemi, isteklerine karşı sarsılmaz bir inancın ışığı vuruyor, manevi bir güzellik veriyordu. O anlarda üstünkörü, kayıtsız bir bakışın kavrayamadığı bu güzellik, insanın yavaş yavaş içine işliyordu. Alyoşa'nın ona bütün varlığıyla bağlanmasının nedenini anlamıştım.  Kendisi uzun boylu düşünüp kafa yormayı sevmezdi ama, onun hesabına düşünen, hatta isteyenlere bayılırdı. Katya şimdiden onun için vasi gibi bir şey olmuştu. Yüreği asil, duygulu olan Alyoşa, dürüst ve güzel olan her şeye tapardı; Katya da Alyoşa'ya duyduğu yakınlığa uyarak ona iç dünyasını açmıştı. Alyoşa tam anlamıyla iradesizdi; Katya tam tersine çok güçlü bir iradeye sahipti ve Alyoşa ancak kendisinden güçlü olana, hatta ona hükmedene bağlanabilirdi.


...Yüksek duygularla dolu bir yürek, acıma duyarak da sevebilir.


Herhangi bir meselede kararsızsam kalbime danışırım. Kalbim rahatsa bende rahatım. Her zaman böyle yapmak gerek.


..yazarlarımızdan biri hatırladığıma göre: 'Belki en büyük kahramanlık, insanın hayatta ikincilikle
yetinmesidir,' gibilerinden bir söz etmiş.


İnsanın içinde ezmek için dayanılmaz bir istek uyandıran iğrenç bir hayvan, iri bir örümcek gibi görüyordum onu.


Keşke imkan olsaydı da (ki insan tabiatı için bu asla mümkün değildir) herkes, hepimiz benliğimizin en gizli köşelerini olduğu gibi açığa vurabilseydik; başkalarına, hatta en yakın dostlarımıza, sırası gelince kendimize bile itiraf etmekten çekindiğimiz ne varsa, hepsini korkmadan ortaya dökebilseydik dünyayı saracak pis kokudan hepimiz boğulurduk. Parantez içinde söyleyeyim, toplumu düzenleyen yasalar, görgü kuralları bu bakımdan iyidir zaten. Derin bir fikir gizlidir bunlarda; ahlaki olduğu iddia edilemeyecek ama, koruyucu,bize rahatlık sağlayan bir fikir. Bu da azımsanmamalı, çünkü ahlak da rahatlıktan başka bir şey değildir, yani rahatımız için icat edilmiştir.


...Önceden de söylemiştim, maskeyi ansızın indirmenin, başkasının karşısında utanmaya tenezzül etmeden içi dışı ortaya döküvermenin bambaşka bir tadı vardır.


...Serüvenimizin en zorlu, en ince, en hırpalayıcı zevki gizliliğinde ve ısrarla söylenen yalanın utanmazlığındaydı.


... ama, ne yapayım ki insan erdemlerinin temelinde bencillik olduğunu bir türlü aklımdan çıkaramıyorum. Erdem arttıkça bencillik de çoğalır. Kendi kendini sevmek kuralına taparım ben.


...Zaten aptal adam mutlu adamdır diye atasözü de vardır; hem bilir misiniz, aptallarla geçinmek, hem yerinde, hem karlı iştir.


...Hayatımda hiç bir davranışımdan ötürü vicdan azabı duymadım. Rahatım bozulmasın yeter bana! Benim gibiler sayılmayacak kadar çoktur. Hepimiz huzur içindeyiz. Evrenin kuruluşundan beri varız biz. Günün birinde dünya batacak olsa biz yine üste çıkmanın yolunu buluruz. Hem biliyor musunuz, bizim gibi insanların ömrü uzun olur. Buna hiç dikkat ettiniz mi? Seksen, doksan yaşına kadar yaşarız! Şu halde bizzat tabiat bizi korumaktadır. Heh heh he!


...Dıştan ne zaman karışılsa öfke ve nefretle buna karşı koyuyordu. Zaten böyle durumlarda bizi en çok sırlarımızı bilen yakın dostlarımızın karışması kızdırır.


'Nelli fakir ol, ömrünün sonuna kadar fakir kal, ama buralara gitme!' dedi.'Kim gelirse gelsin, kim çağırırsa çağırsın. Sen de zengin, güzel elbiseler içinde onlara katılabilirsin, ama bunu istemiyorum. Çünkü bunlar kötü, zalim insanlar. Öğüdümü unutma. Fakir kal, çalış, dilen ama onlardan çağıran olursa, 'Size gelmeyeceğim!' diye cevap ver.


Ulu Tanrım, gazabına, lütfuna, verdiğin her şeye şükürler olsun! Fırtınadan sonra bizi ışıklarıyla aydınlatan güneşe, yaşadığımız mutlu ana şükürler olsun! Varsın ezilmiş, aşağılanmış olalım, madem hep beraberiz, önemi yok bunun; varsın bizi şimdi ezen, aşağılayan, o çıtkırıldım, kibirli yaratıklar zafer kazansınlar! Bizi diledikleri gibi taşlasınlar!


...Yer değiştirmek, baştan başa değişmek demektir. Buna gerçekten inanıyor, bu inancıyla seviniyordu.


...Çelişmelere düştü, aynı olayları başka başka şekilde anlattı. Ama bilirsin, insan ne kadar kurnaz olursa olsun, bir yerde mutlaka ayağı sürçer.


Bugün onlara, muskamı yalnız sana vermelerini tembih ederim. İçindeki yazıyı okuduktan sonra ona git, öldüğümü ve kendisini bağışlamadığımı söyle. Bugünlerde İncil okuduğumu anlat. İncil'de, 'Bütün düşmanlarınızı bağışlayın,' yazılı. Bunu okuduğum halde onu bağışlamadım çünkü annem ölürken konuşabildiği anlarda sadece, 'Ona lanet ediyorum,' diyordu; ben de ona lanet ediyorum ama kendi hesabıma değil annem hesabına... Annemin nasıl öldüğünü, Bubnova'da kalışımı, orada beni ne halde gördüğünü, hepsini anlat ona Vanya; bir de ona gitmektense Bubnova'da kalmayı tercih ettiğimi söylemeyi unutma... :((


25 Mayıs 2016 Çarşamba

Penye Ve Hakikat - Osman Konuk


Penye ve Hakikat

iyiydik. penyelere inanıyorduk
doğum günü şarkılarına, pastalara ve mumu üfleyen kişiye
iyi ki doğmuş olmanın neşeli gerekliliğine
kimyaya, ölçü ve tartı aletlerine inanıyorduk
adı fatma, fatma’ya hemen inanıyorduk
sergio leona’ya, elektrik enerjisine
adı ali, ali’ye niçin inanmayalım
iyiydik
ikinci tokatları kültürel fark kuramıyla açıklıyorduk
birincisi doğaçlamaydı zaten
üçüncü tokat ama insan haklarına aykırı
insan haklarına inanıyorduk
john locke’a ve john wayne’e
bir yerden bir yere gitmeye inanıyorduk
montlara, pamuk tarlalarına, virginia tütününe
ölülerin yönetimindeki dirilerin savaşına
ama en çok penyelere
“lili marlen şarkısı ne kederlidir”
aldık, kabul ettik; çok kederlidir
buralarda bir yerdeydi, ona da inanıyorduk
her neydiyse zaten şüphe yok inanmamıza
el kameralarına, merhamete… reno toros’a
nerdeyse iman edecektik üretimden kalkmasa
iyiydik
penyelere inanıyorduk. monogamiye ve sürprizlere
sürpriz diyen bir ağzın kibirli büzülüşüne
bikini adasına ve bahçıvan pantolonlara
kremlere ve troçki’nin dürüst biri olduğuna nedense
kiraz zamanına, tanpınar’ a
istanbul dünya başkentidir cümlesine ve kepekli pirince
kayıp kardeşlere, ölü dillere, mühendislere
kayıp kardeş fikrinde kulağa hoş gelen bir şey yok mu
jodie foster’a ; hep beraber
elmalılı tefsirine, bir kısmımız
çok azımız karabaş tecvidine
terlemeye, rutubete, madonna’ya
vatan değerli bir arsadır, millî emlakçılara
devlet demiryollarına ve halkın karayollarına
çift güllü yasin kitaplarına
mor beyaz afyon çiçeklerine değil ama
bir daha: çift güllü yasin kitaplarına
kendine iyi bak dileklerine; görüşürüz
niye görüşeceksek
şadırvanlara, antik dünyaya; roma ve üç kıtaya
sözleşmelere ve sosyal sigortalara
yerlere tükürmemeye
-göklere tükürebilirsiniz-
israiloğulları israil kızlarını öldürürken
iyiydik, penyelere inanıyorduk

Osman Konuk

22 Nisan 2016 Cuma

Francis Bacon

Az felsefe insanı Tanrıtanımazlığa götürür, derinlemesine felsefe insanları Tanrı'ya vardırır.

Prens - Nıccolo Machıavellı



Can Yayınları

Çeviri : Kemal Atakay

Sayfa Sayısı : 137


"Amaca giden yolda her şey mübahtır." sözünün sahibi Nıccolo Machıavelli' nin kitabı.


Bana göre iktidarın doğasını anlatan bu kitap, kimilerince şeytanın el kitabı olarak, kimilerince de gerçekçi siyaset kuramının bir başyapıtı olarak nitelendirilmiş. Kitap yazarın ölümünden beş yıl sonra yayımlanmış ve tartışma başlatmıştır. Bu kitabı temsil eden güzel bir örneği ne yazık ki hep birlikte yaşıyoruz.


"Korkulmak sevilmekten iyidir. Sevgiyi ayakta tutan şey, şükran hissidir. Ancak insanlar fazlasıyla bencil olduklarından, kendi işlerine geldiği noktada bu şükran hissini bir kenara bırakıp çekip gidebilirler. Oysa korkuyu ayakta tutan, cezalandırılma olasılığıdır ki bu olasılık her zaman daha etkilidir."


Yabancı - Albert Camus

Can Yayınları
Çeviri : Samih Tiryakioğlu
Sayfa Sayısı : 110

1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan bu roman, Albert Camus'un ilk yapıtıdır. Romanda sürekli bir anlam arayışı, toplumun yaşam normlarına yabancı olma hali anlatılır. Bir solukta bitirilebilecek bir kitap. Yalnız şunu belirtmem gerekir ki, bu kitabı okuduğum zaman aklıma ister istemez Suç ve Ceza' daki Raskolnikov karakteri geldi ve bundan dolayı kitaba çok ısınamadım. Albert Camus'un da bu konu da bir sözü var ;

'Suç ve Cezayı okuduktan sonra ilk kez, yeteneğim hakkında kesin bir kuşku duydum. Ciddi olarak, bu işten vazgeçme olasılığını ölçüp tarttım.' 


Kendisinin bu görüşünün altına imzamı atabilirim. Sonuna kadar katılıyorum. 
Ayrıca, Albert Camus varoluşçu görüşü benimsemiştir. Varoluşçu görüşün temsilcilerinin temel olarak söyledikleri şudur: İnsan için varoluş esastır ve insan varoluşunun üzerine kendi kişiliğini inşaa eder, insanın özü diye bir şey yoktur. 


Ona annemin öldüğünü söyledim. Ne zaman öldüğünü sordu. "Dün," diye cevap verdim. Hafifçe irkildi ama bir şey söylemedi. Ona kabahatin bende olmadığını söyleyecek oldum ama bu sözü daha önce patrona da söylediğimi düşünerek vazgeçtim. Zaten hiçbir anlamı yoktu bunun. İnsan ne de olsa biraz kabahatlidir.

Ama insan hiç bir şeyi gerektiğinden fazla büyütmemeli; ben bu duruma başkalarından daha kolay katlandım. 

Halbuki iyi düşünülürse kuru bir ağacın gövdesi içinde değildim. Benden daha mutsuz olanlar da vardı. Zaten annem de böyle düşünürdü; sık sık, insanın sonunda her şeye alışacağını tekrarlardı.

O zaman şunu anladım ki, bir tek gün dışarıda yaşamış olan bir kimse, hiç zahmetsiz yüz sene hapiste kalabilir. Canının sıkılmaması için yeter derece anıya sahip olmuştur.

İnsanın, hapisteyken zaman kavramını kaybettiğini bir yerde okumuştum. Fakat bunun benim için fazlaca bir anlamı olmamıştı. Günlerin nasıl hem bu kadar uzun hem de bu kadar kısa  olabileceğini anlamamıştım. Bu günlerin yaşanması uzun sürüyordu şüphesiz, ama bunlar o kadar genişleyip yayılmışlardı ki, sonunda birbirlerinin içine taşıp yayılıyorlardı. Adlarını bile kaybediyorlardı. Benim için sadece dün ya da yarın sözcüklerinin bir anlamı vardı.

Her şey ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu. Kaderim bana fikir sorulmadan belirleniyordu. Zaman zaman herkesin sözünü kesip, "İyi ama sanık kim? Sanık olmak önemli bir iştir. Benim de söyleyeceklerim var," diyecek oluyordum. Fakat iyi düşününce söyleyecek bir şeyim olmadığını anlıyordum. Zaten şunu da kabul etmeliyim ki, insanları meşgul etmeye duyulan ilgi uzun sürmez.

Ben dinliyor, bana zeki dendiğini duyuyordum. Fakat sıradan bir insanın sahip olduğu niteliklerin, bir suçluya yöneltilen ezici suçlamalar haline nasıl gelebildiğini anlayamıyordum.

Aslında bende ruhtan eser yokmuş, insanlıktan da, hatta insan kalbini esirgeyen ahlak kurallarının birine bile sahip değilmişim. 

Yalnız, şunu da çekinmeden söylüyordu, bu cinayet karşısında duyduğu dehşet, şu sanığın duygusuzluğu karşısında duyduğu dehşetten neredeyse daha azdı. Annesini manen öldüren biri, tıpkı kendisinin dünyaya gelmesine sebep olan insanın, yani babasının hayatına kasteden kimse gibi, insan topluluğundan kendi kendini kovmuş olurdu. Her halükarda birincisi, ikincinin eylemlerini hazırlar, bunları adeta önceden haber verir ve meşrulaştırırdı.

Artık bana ait olmayan bir hayatın bütün hatıraları başıma üşüşüverdi. Evet, bu hayat bana ait değildi ama en küçük ve en güçlü mutluluklarımı; sevdiğim mahalleyi, gökyüzünün akşamları aldığı her çeşit hali, Marie'nin gülüşlerini ve giysilerini o hayatta bulmuştum ben.

Tabii umut, koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti.

Binde bir şans, bir çok şeyi düzeltmeye yeterliydi. Örneğin hastayı (hasta diye düşünüyordum), onda dokuz ihtimalle öldürecek olan bir kimyasal bileşim bulunabilirdi. Fakat mahkum bunu bilecekti, şart bu olacaktı. Çünkü iyice düşününce ve olayları soğukkanlılıkla irdeleyince görüyordum ki, giyotin bıçağının kusuru, şansa hiç mi hiç yer bırakmamasıydı. Sonuç olarak mahkumun ölümüne kesin bir karar verilmiş oluyordu. Olmuş bitmiş bir iş, iyice ayarlanmış bir düzen, kabul edilmiş ve bozulması düşünülemeyecek bir anlaşmaydı bu.

İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.

Baskına uğramayı hiç bir zaman pek sevmemişimdir. Başıma bir şey gelecekse, gözümün önünde gelmesini tercih ederim. İşte bunun içindir ki, gündüzleri pek az uyumaya başladım ve geceleri de gökyüzüne bakan pencerede ışığın belirmesini sabırla bekledim. 

Annem hep insanın tam anlamıyla mutsuz olamayacağını söylerdi. Gökyüzü renklenip de yeni bir gün hücreme sızdığı zaman, ona hak veriyordum. 

Fakat herkes bilir ki, hayat yaşama zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim; çünkü her iki durumda da gayet doğal olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. Şimdi ya da elli yıl sonra olsun ölecek olan hep bendim. 

İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu. 

Zaten, o andan itibaren Marie'nin hatırası beni ilgilendirmez olmuştu. Ölmüşse artık bana neydi bundan. Ben öldükten sonra herkesin beni unutmasını nasıl doğal buluyorsam, bunu da öylece doğal buluyordum. Onların benimle ilgileri kalmamıştı artık. Böyle bir şeyi düşünmenin acı olduğunu bile söyleyemezdim.

Ona göre insanların adaleti bir hiç Tanrı'nın ki ise her şeydi. Beni mahkum eden insanların adaletli olduğunu belirttim.  

Ölüme o kadar yakınken annem, orada kendini her şeyden azade ve her şeyi yeniden yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. Hiç kimsenin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu.



15 Nisan 2016 Cuma

Bagavatgita - Rab'bin Ezgisi

Ruh ve Madde Yayınları
Çeviri : Selçuk Caydı
Sayfa Sayısı: 167


İki bin dizelik Mahabharata Destanı'nın on sekiz bölümden oluşan kısmıdır. Hindistan'ın dört kutsal kitabı Veda'ların özü sayılır. Beş bin yıl kadar önce Hint yarımadasındaki Krukşetra'da  büyük bir savaş olur ve karanlık çağın başlamasına sebebiyet verir. Kuru hanedanının iki

kanadı arasında gerçekleşen savaşta haklı taraf olan Arcuna yeğeni Krşna'nın Tanrı'nın yeryüzündeki cisimlenmesi olduğunu anlar ve yakınlarının birbirleriyle savaşıp ölmelerini istemediğinden dolayı Krşna'yı bazı konularda ikna etmek ister. En büyük özelliği laik bir savaşçıya vahyedilmiş olmasıdır. Çok sevdiğim kitaplardan biridir. Benim için ilham verenlerdendir.




Maddesel bedenlerin hepsi geçicidir. Yani bir bedene girmiş olan ruh asla yok edilemez, (sınırlanamaz) ölçülere sığmaz... Öyleyse savaş, ey Bharata'nın ardılı.

Öldürüldüğünü sanan da, öldürüleceğini sanan da, asla bilenlerden sayılmaz. Öz benlik asla öldürülmez ve öldürülemez.

Ruhun doğumu ya da ölümü; geçmişte şimdi ve gelecekte yoktur. O doğmamıştır, sonsuzdur, hep var olmuştur, ilktir (var olan en eski şeydir) hiç bir zaman ölmez. Ölecek olan bir şey varsa o da bedendir. 

Eğer ruhun doğduktan sonra yeniden dirilmemecesine öldüğünü düşünüyorsan, yine de yanıp yakılmana gerek yok güçlü kollu Arcuna

Ey Bharata'nın oğlu Arcuna; bedenin ruhunu asla öldüremez. Bu nedenle ölenlerin ardından yas tutman gereksizdir.

Sana verilen görevleri yerine getirebilirsin, ama çaban sonucu ortaya çıkan ürünlere talip olmaya hakkın yok. Yaptığın işlerin, senin sayende sonuç verdiğini sanma. Ve asla görevini yerine getirememezlik etme.

Duyularını tatmin etme isteğinden vazgeçerek onlardan arınmış, her türlü mülkiyet duygusunu bir kenara bırakmış ve sahte benliğinden (egosundan) kurtulmuş olan kişi, yalnız o, gerçek huzura kavuşabilir.

İnsan çalışmaktan (görevini yerine getirmekten) vazgeçerek kaderin etkisinden kurtulamaz; tıpkı dünyadan elini eteğini çekerek (mükemmellik yolunda) başarı kazanamayacağı gibi

Bilgeler, kendi yaptıkları işlere kapılan cahillerin aklını karıştırmamalıdırlar. Onların çalışmamalarını sağlamak yerine, özveriyle hareket ederek, cahilleri çeşitli uğraşlarla meşgul etmelidirler.(böylece onları tanrısal şuura yaklaştırmamalıdırlar.) 

Onun için, ilk önce duyularını kontrol altına alarak günahların büyük sembolü zevki yen. Temiz ruhun mükemmellik şuurunu bozup yok edene (zevke) kılıcınla vur, ey Bharataların en iyisi Arcuna

Tanrı'yla ilgili düşüncelere dalmış kişi, kesinlikle Tanrı'nın spiritüel krallığına erişecektir.. Çünkü o bütün benliğini, kayıtsız şartsız uyguladığı ve spiritüel kalitede sonuçlar aldığı
spiritüel faaliyetlere adamıştır.

Bir spiritüel ustaya yönelerek gerçeği öğrenmeye çalış. Ona büyük bir sadakatle yaklaşarak sorularını sor ve hizmet et. Kendi kendini gerçekleştirmiş mükemmel ruhlar, gerçeği görmüş olduklarından sana önemli bilgiler açıklayabilir, vahyedebilirler.

(Açıklanan) kutsal yazıtlara güvenmeyen cahil ve inançsız kişiler, Tanrısal şuura erişemez, yıkılır giderler. Güvensiz (kuşkucu) ruhlar için ne bu dünyada ne bundan sonraki dünyada mutluluk yoktur.

Tamamen Ben'im şuurumda (bana erişmiş) olanlar; kime ve neye adanmış olursa olsun, tüm adakların eriştiği kişinin Ben olduğumu bilenler; tüm yarı-Tanrıların (dinlerin tanrılarının ve düşünce sistemlerinin) ve tanrısal katların efendisinin ben olduğumu bilenler, tüm canlıların iyiliğini isteyip iyiliğini düşünen dost olduğumu bilenler, maddesel varoluşun azabından kurtulup huzura kavuşurlar.

Canlıların doğasında oluşan zeka, bilgi, özgürlük, özgüven, hoşgörü, içtenlikli doğruluk, duyuların kontrolü, şuurun kontrolü, mutluluk, kader, doğum, ölüm, korku ve korkusuzluk...
Zor kullanmamak, soğukkanlılık, hoşnutluk, ceza, iyilik (hayırseverlik), şan şöhret ve yüz karası (şerefsizlik) çeşitli şekillerde Ben'im tarafımdan düzenlenmiştir (yaratılmıştır).

Özverili çalışmalarını büyük bir sevgiyle sürdürenlere, Bana gelebilmeleri için parlak zeka veririm.

Onların kalbinde yer etmiş olan Ben, onlara gösterdiğim (çok özel) şefkatimin bir işareti olarak, bilgisizliklerinden doğan (içlerindeki) karanlığı, bilginin meşalesiyle (ışığıyla)  aydınlatırım.

Tüm dolandırıcılıklar içinde kumar Ben'im. Görkemliler arasında görkemim. Ben zaferim. Ben serüvenim. Ve Ben, güçlülerin gücüyüm.

(İnsanın) kendini (özbenliğini) tanımasının önemini kavrayarak felsefi alanda mutlak gerçeği aramak. Bütün bunları gerçek bilim ilan ediyorum. Bunların dışında köklü bilgi aramak, cehalettir.

O duyuların kaynağı olmasına karşın duyulara sahip değildir. Tüm canlılara can vermesine karşın onlardan bağımsız, doğanın çeşitli tezahürlerinin üzerindedir. Ayrıca O, maddesel dünyadaki bütün tezahürlerin efendisidir.

Işıldayan bütün varlıkların ışığı O'dur. O maddenin karanlığının ötesinde ve tezahür etmemiş haldedir. İşte o bilimin hedefidir ve herkesin kalbindedir.

Yapılan her türlü hareketten, doğanın çeşitli ifade şekillerinin sorumlu olduğunun, en yüce Tanrı'nın tüm bunların ötesinde (aşkın) olduğunun ayırdına varan kişi, gerçeği "gören"lerden biridir. O benim spiritüel doğama yükseltilecektir. 

Güçlülük, kusura bakmamak (bağışlayıcı olmak), dayanıklılık, temizlik, kıskançlık ve şan-şeref tutkusundan arınmış olmak... (gibi) aşkın özellikler, tanrısal doğaya sahip kutsal insanların özellikleridir, ey Bharata'nın ardılı Arcuna

Kibir, azamet, kendini beğenmişlik, öfke, kabalık, bilgisizlik (cehalet) ... şeytani doğaya sahip olanların özellikleridir, ey Prtha'nın oğlu Arcuna

Şeytani olanlar ne yapılması gerektiğini ve neyin yapılmaması gerektiğini bilmezler. Onlar temizliği ve doğru davranış şekillerini bilmezler. Onlarda, doğruluk denen şey de bulunmaz.

Onlar, Dünya'nın gerçek olmayıp, dayanağının da bulunmadığını; Dünya'nın, evrenin kendiliğinden oluşmuş bir tezahürü olduğunu, ona hükmeden bir Tanrı'nın var olmadığını söylerler. Doğumlarının (Dünya'ya gelişlerinin) cinsel zevkten başka bir nedeninin olmadığını söylerler.

Doyumsuz zevklere sığınan, kibirden ve sahte şan-şereften başları dönmüş kötü varlıklar (şeytani olanlar), büyük bir yanılgı içinde yaşamaktadırlar. Onlar kalıcı olmayan şeylere büyülenerek, komplocu kirli faaliyetlerini sürdürürler.

Onların korku ve endişeleri, yaşamlarının sonuna (ölüm anına) dek, olağanüstü boyutlara çıkar. Yaşamlarının baş hedefi kabul ettikleri duyularının tatminine sığınırlar.

Sahte benlikleri, güçleri, kibirleri, zevkleri ve öfkeleriyle akılları karışmış olan kötü varlıklar (şeytani insanlar), Tanrı'nın kendi bedenlerinde ve diğer bedenlerdeki en yüksek kişiliği kıskanırlar ve gerçek inancı (dini) kötülerler

İnsanlar arasından kıskanç olanları ve kötülük düşünen (yapan) o alçakları, maddesel varoluşun şanssız (mutsuz) şeytani şekillerine doğru iterim.

Böyle insanlar (doğum-ölüm) çemberi içinde devamlı şeytani yaşam biçimleri içinde doğacaklarından, Bana asla yaklaşamazlar, ey Kunti'nin oğlu Arcuna. Giderek varoluşun iğrenç (lanetli) şekillerine batarlar. 

Bu cehenneme giden üç yol vardır: zevk, öfke ve hırs. Her akıllı insan, bu üç şeyden vazgeçmelidir. Çünkü onlar ruhu alçaltırlar.

(Var olan her şeyin, Tanrı'nın bir uzantısı olduğu şuuruyla) her şeyin içinde olan Tanrı'yı ululayarak (O'na saygı göstererek) , doğası gereği üzerine düşen görevini (işini) de en iyi şekilde yapanlar, mükemmelliğe erişirler.

(Tam anlamıyla) başarılı olmasa bile insanın kendi doğasına uyan görevini (işini) yerine getirmesi; başka birinin işini üstlenerek onu mükemmelen yapmasından daha iyidir. İnsanın, kendi doğasına uygun işlerle uğraşması, asla günahkar reaksiyonlara neden olmaz.

Dinin her türlüsünü bir kenara bırak ve (yalnızca) Bana teslim ol (Bana bağlan). Ben seni tüm günahlarından arındıracağım. Korkma!







Franz Kafka - Dönüşüm

Can Yayınları
Çeviri : Ahmet Cemal
Sayfa Sayısı : 102

Franz Kafka benim okumayı çok sevdiğim yazarlardan biri değildir. Bu öykü'yü daha önce Cem Yayınevi'nin çevirisi ile okumuştum. Özellikle "bencileyin" diye efsane bir çevirisi vardı. Hafızamda yer etti. Ancak Cem Yayınevi'nin çevirisini bulamadım. Kitap alıp, geri getirmeyen bütün dostlara burdan selam olsun. Canınız sağolsun ne diyeyim :) Öykü Dostoyevski'nin İkiz'i ve Gogol'ün Burun'u gibi kahraman'ın bir sabah kalktığında kendini farklı bir hayata uyanmış bulmasıyla başlar.


Kitabı Almanca aslından çeviren Ahmet Cemal'in açıklaması'nın yeterli olduğunu düşünüyorum.


Gregor Samsa'nın bir sabah kendini yatağında bir böcek olarak bulması, salt bir değişim değil fakat "başkalaşım"dır. O insanlığını koruyarak bazı değişiklikler geçirmemiştir; artık farklı bir canlı türü olmuştur.



George Orwell - Hayvan Çiftliği

Can Yayınları
Çeviri : Celal Üster
Sayfa Sayısı : 152

Sömürü'ye, baskı'ya isyan ve daha acımasız bir hale dönüş hikayesi.

Celal Üster'in doyurucu önsöz'ü karşısında söyleyecek bir söz kalmıyor.
Sembolik karakterler'in  çağrıştırdığı siyasi isimleri wikipedia'dan okuyabilirsiniz.




Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. İngiltere'de bir yaşına geldikten sonra hiç bir hayvan dinlenip eğlenemez. İngiltere'de hiç bir hayvan özgür değildir. Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte tüm çıplaklığıyla gerçek budur.

İşte, yoldaşlar, tüm sorularımızın yanıtı burada. Tek bir sözcükle özetlenebilir: İnsan. Tek gerçek düşmanımız İnsan'dır. İnsan'ı ortadan kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek silinecektir yeryüzünden.

İnsan, üretmeden tüketen tek varlıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak kadar hızlı koşamaz. Gene de, tüm hayvanların efendisidir. Hayvanları çalıştırır, karşılığında onlara açlıktan ölmeyecekleri kadar yiyecek verir, geri kalanını kendine ayırır. Bizse emeğimizle tarlayı sürer, gübremizle toprağı besleriz; oysa hiçbirimizin postundan başka bir şeyi yoktur.. Siz, şu karşımda oturan inekler; bu yıl kaç bin litre süt verdiniz? Güçlü kuvvetli danalar yetiştirmek için gerekli olan sütleriniz nereye gitti? Her bir damlası düşmanlarımızın midesine indi. Siz, tavuklar; bu yıl kaç yumurta yumurtladınız, o yumurtaların kaçından civciv çıkarabildiniz? Tümüne yakını pazarda satıldı, Jones ve adamlarına para kazandırdı. Ve sen, Clover, doğurduğun o dört tay nerede? Dördü de bir yaşına geldiklerinde satıldı; onları bir daha hiç göremeyeceksin. İnsanlara verdiğin o dört tay ve tarlalardaki emeğin karşılığında bir avuç yem ve soğuk bir ahırdan başka ne gördün?


İki ayaklılar düşmanımızdır. Dört ayaklılar ve kanatlılar dostumuzdur. Şunu da unutmayın ki, İnsan'a karşı savaşırken sonunda ona benzememeliyiz. Onu alt ettiğiniz zaman bile, onun kötü alışkanlıklarını benimsemeye kalkmayın. Hiç bir hayvan asla bir evde yaşamamalı, yatakta yatmamalı, giysi giymemeli, içki ve sigara içmemeli, paraya el sürmemeli, ticaretle uğraşmamalı. İnsan'ın bütün alışkanlıkları kötüdür. Ve en önemlisi hiç bir hayvan kendi türünden olanlara zorbalık etmemeli. Güçlüsü güçsüzü, akıllısı akılsızı, hepimiz kardeşiz. Hiç bir hayvan başka bir hayvanı öldürmemeli. Bütün hayvanlar eşittir.

Senin onsuz edemediğin kurdele, köleliğin simgesidir. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan almıyor mu? 


"Yetimlerin biricik babası!
Mutluluğumuzun pınarı!
Yem kovalarının sultanı!
Gökyüzündeki güneşi andırırsın,
Dingin ve buyurgan bakışınla
Yüreğime coşku salarsın,
Napoleon Yoldaş!

Kulların sevdiği her şeyi
Sensin onlara bağışlayan,
İki öğün yemek, tertemiz saman döşek;
Büyük küçük her hayvan
Rahat uyur her akşam, 
Sensin onları koruyup kollayan,
Napoleon Yoldaş!

Bir gün bir yavrum olursa,
Daha ufacık bir bebekken
Altı karış olmadan boyu
Öğrenmeli senin değerini bilmeyi, 
Gözlerini açar açmaz dünyaya
Ciyak ciyak basmalı çığlığı:
Napoleon Yoldaş! "

Güvercinler havaya uçuştular Napoleon dışında bütün hayvanlar kendilerini yüzükoyun yere atıp yüzlerini kapattılar.

Benjamin'e göre, açlık, zorluk ve hayal kırıklığı hayatın değişmez yasalarıydı.

Zor bir hayat yaşıyor olabilirlerdi, umutlarının tümü gerçekleşmemiş olabilirdi, ama öteki hayvanlardan farklı olduklarının bilincindeydiler. Açlık çekiyorlarsa, zorba insanları doyuralım diye çekmiyorlardı; çok çalışıyorlarsa, hiç değilse kendileri için çalışıyorlardı. Hiç bir hayvan iki ayak üstünde yürümüyordu. Hiç bir hayvan hiç bir hayvanın "efendi"si değildi. Bütün hayvanlar eşitti.

Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi!

Benjamin ilk kez ilkesini bozdu ve duvardaki yazıyı Clover'a okudu. Duvarda tek bir emir yazılıydı.
BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR
AMA BAZI HAYVANLAR 
ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR

Domuzlar ile insanlar arasında en küçük bir çıkar çatışması yoktu, olması için bir neden de göremiyordu. Verdikleri uğraşlar da, karşılaştıkları güçlükler de birdi. İşçi sorunu her yerde aynı değil miydi? 

"Sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundaysanız," dedi, "bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla uğraşmak zorundayız!"

Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine bir de insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirinden ayırt edemiyorlardı.