22 Nisan 2016 Cuma

Yabancı - Albert Camus

Can Yayınları
Çeviri : Samih Tiryakioğlu
Sayfa Sayısı : 110

1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan bu roman, Albert Camus'un ilk yapıtıdır. Romanda sürekli bir anlam arayışı, toplumun yaşam normlarına yabancı olma hali anlatılır. Bir solukta bitirilebilecek bir kitap. Yalnız şunu belirtmem gerekir ki, bu kitabı okuduğum zaman aklıma ister istemez Suç ve Ceza' daki Raskolnikov karakteri geldi ve bundan dolayı kitaba çok ısınamadım. Albert Camus'un da bu konu da bir sözü var ;

'Suç ve Cezayı okuduktan sonra ilk kez, yeteneğim hakkında kesin bir kuşku duydum. Ciddi olarak, bu işten vazgeçme olasılığını ölçüp tarttım.' 


Kendisinin bu görüşünün altına imzamı atabilirim. Sonuna kadar katılıyorum. 
Ayrıca, Albert Camus varoluşçu görüşü benimsemiştir. Varoluşçu görüşün temsilcilerinin temel olarak söyledikleri şudur: İnsan için varoluş esastır ve insan varoluşunun üzerine kendi kişiliğini inşaa eder, insanın özü diye bir şey yoktur. 


Ona annemin öldüğünü söyledim. Ne zaman öldüğünü sordu. "Dün," diye cevap verdim. Hafifçe irkildi ama bir şey söylemedi. Ona kabahatin bende olmadığını söyleyecek oldum ama bu sözü daha önce patrona da söylediğimi düşünerek vazgeçtim. Zaten hiçbir anlamı yoktu bunun. İnsan ne de olsa biraz kabahatlidir.

Ama insan hiç bir şeyi gerektiğinden fazla büyütmemeli; ben bu duruma başkalarından daha kolay katlandım. 

Halbuki iyi düşünülürse kuru bir ağacın gövdesi içinde değildim. Benden daha mutsuz olanlar da vardı. Zaten annem de böyle düşünürdü; sık sık, insanın sonunda her şeye alışacağını tekrarlardı.

O zaman şunu anladım ki, bir tek gün dışarıda yaşamış olan bir kimse, hiç zahmetsiz yüz sene hapiste kalabilir. Canının sıkılmaması için yeter derece anıya sahip olmuştur.

İnsanın, hapisteyken zaman kavramını kaybettiğini bir yerde okumuştum. Fakat bunun benim için fazlaca bir anlamı olmamıştı. Günlerin nasıl hem bu kadar uzun hem de bu kadar kısa  olabileceğini anlamamıştım. Bu günlerin yaşanması uzun sürüyordu şüphesiz, ama bunlar o kadar genişleyip yayılmışlardı ki, sonunda birbirlerinin içine taşıp yayılıyorlardı. Adlarını bile kaybediyorlardı. Benim için sadece dün ya da yarın sözcüklerinin bir anlamı vardı.

Her şey ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu. Kaderim bana fikir sorulmadan belirleniyordu. Zaman zaman herkesin sözünü kesip, "İyi ama sanık kim? Sanık olmak önemli bir iştir. Benim de söyleyeceklerim var," diyecek oluyordum. Fakat iyi düşününce söyleyecek bir şeyim olmadığını anlıyordum. Zaten şunu da kabul etmeliyim ki, insanları meşgul etmeye duyulan ilgi uzun sürmez.

Ben dinliyor, bana zeki dendiğini duyuyordum. Fakat sıradan bir insanın sahip olduğu niteliklerin, bir suçluya yöneltilen ezici suçlamalar haline nasıl gelebildiğini anlayamıyordum.

Aslında bende ruhtan eser yokmuş, insanlıktan da, hatta insan kalbini esirgeyen ahlak kurallarının birine bile sahip değilmişim. 

Yalnız, şunu da çekinmeden söylüyordu, bu cinayet karşısında duyduğu dehşet, şu sanığın duygusuzluğu karşısında duyduğu dehşetten neredeyse daha azdı. Annesini manen öldüren biri, tıpkı kendisinin dünyaya gelmesine sebep olan insanın, yani babasının hayatına kasteden kimse gibi, insan topluluğundan kendi kendini kovmuş olurdu. Her halükarda birincisi, ikincinin eylemlerini hazırlar, bunları adeta önceden haber verir ve meşrulaştırırdı.

Artık bana ait olmayan bir hayatın bütün hatıraları başıma üşüşüverdi. Evet, bu hayat bana ait değildi ama en küçük ve en güçlü mutluluklarımı; sevdiğim mahalleyi, gökyüzünün akşamları aldığı her çeşit hali, Marie'nin gülüşlerini ve giysilerini o hayatta bulmuştum ben.

Tabii umut, koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti.

Binde bir şans, bir çok şeyi düzeltmeye yeterliydi. Örneğin hastayı (hasta diye düşünüyordum), onda dokuz ihtimalle öldürecek olan bir kimyasal bileşim bulunabilirdi. Fakat mahkum bunu bilecekti, şart bu olacaktı. Çünkü iyice düşününce ve olayları soğukkanlılıkla irdeleyince görüyordum ki, giyotin bıçağının kusuru, şansa hiç mi hiç yer bırakmamasıydı. Sonuç olarak mahkumun ölümüne kesin bir karar verilmiş oluyordu. Olmuş bitmiş bir iş, iyice ayarlanmış bir düzen, kabul edilmiş ve bozulması düşünülemeyecek bir anlaşmaydı bu.

İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.

Baskına uğramayı hiç bir zaman pek sevmemişimdir. Başıma bir şey gelecekse, gözümün önünde gelmesini tercih ederim. İşte bunun içindir ki, gündüzleri pek az uyumaya başladım ve geceleri de gökyüzüne bakan pencerede ışığın belirmesini sabırla bekledim. 

Annem hep insanın tam anlamıyla mutsuz olamayacağını söylerdi. Gökyüzü renklenip de yeni bir gün hücreme sızdığı zaman, ona hak veriyordum. 

Fakat herkes bilir ki, hayat yaşama zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim; çünkü her iki durumda da gayet doğal olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. Şimdi ya da elli yıl sonra olsun ölecek olan hep bendim. 

İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu. 

Zaten, o andan itibaren Marie'nin hatırası beni ilgilendirmez olmuştu. Ölmüşse artık bana neydi bundan. Ben öldükten sonra herkesin beni unutmasını nasıl doğal buluyorsam, bunu da öylece doğal buluyordum. Onların benimle ilgileri kalmamıştı artık. Böyle bir şeyi düşünmenin acı olduğunu bile söyleyemezdim.

Ona göre insanların adaleti bir hiç Tanrı'nın ki ise her şeydi. Beni mahkum eden insanların adaletli olduğunu belirttim.  

Ölüme o kadar yakınken annem, orada kendini her şeyden azade ve her şeyi yeniden yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. Hiç kimsenin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder