22 Nisan 2016 Cuma
Francis Bacon
Az felsefe insanı Tanrıtanımazlığa götürür, derinlemesine felsefe insanları Tanrı'ya vardırır.
Prens - Nıccolo Machıavellı
Can Yayınları
Çeviri : Kemal Atakay
Sayfa Sayısı : 137
"Amaca giden yolda her şey mübahtır." sözünün sahibi Nıccolo Machıavelli' nin kitabı.
Bana göre iktidarın doğasını anlatan bu kitap, kimilerince şeytanın el kitabı olarak, kimilerince de gerçekçi siyaset kuramının bir başyapıtı olarak nitelendirilmiş. Kitap yazarın ölümünden beş yıl sonra yayımlanmış ve tartışma başlatmıştır. Bu kitabı temsil eden güzel bir örneği ne yazık ki hep birlikte yaşıyoruz.
"Korkulmak sevilmekten iyidir. Sevgiyi ayakta tutan şey, şükran hissidir. Ancak insanlar fazlasıyla bencil olduklarından, kendi işlerine geldiği noktada bu şükran hissini bir kenara bırakıp çekip gidebilirler. Oysa korkuyu ayakta tutan, cezalandırılma olasılığıdır ki bu olasılık her zaman daha etkilidir."
Yabancı - Albert Camus
Can Yayınları
Çeviri : Samih Tiryakioğlu
Sayfa Sayısı : 110
1957 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan bu roman, Albert Camus'un ilk yapıtıdır. Romanda sürekli bir anlam arayışı, toplumun yaşam normlarına yabancı olma hali anlatılır. Bir solukta bitirilebilecek bir kitap. Yalnız şunu belirtmem gerekir ki, bu kitabı okuduğum zaman aklıma ister istemez Suç ve Ceza' daki Raskolnikov karakteri geldi ve bundan dolayı kitaba çok ısınamadım. Albert Camus'un da bu konu da bir sözü var ;
'Suç ve Cezayı okuduktan sonra ilk kez, yeteneğim hakkında kesin bir kuşku duydum. Ciddi olarak, bu işten vazgeçme olasılığını ölçüp tarttım.'
Kendisinin bu görüşünün altına imzamı atabilirim. Sonuna kadar katılıyorum.
Ayrıca, Albert Camus varoluşçu görüşü benimsemiştir. Varoluşçu görüşün temsilcilerinin temel olarak söyledikleri şudur: İnsan için varoluş esastır ve insan varoluşunun üzerine kendi kişiliğini inşaa eder, insanın özü diye bir şey yoktur.
Ayrıca, Albert Camus varoluşçu görüşü benimsemiştir. Varoluşçu görüşün temsilcilerinin temel olarak söyledikleri şudur: İnsan için varoluş esastır ve insan varoluşunun üzerine kendi kişiliğini inşaa eder, insanın özü diye bir şey yoktur.
Ama insan hiç bir şeyi gerektiğinden fazla büyütmemeli; ben bu duruma başkalarından daha kolay katlandım.
Halbuki iyi düşünülürse kuru bir ağacın gövdesi içinde değildim. Benden daha mutsuz olanlar da vardı. Zaten annem de böyle düşünürdü; sık sık, insanın sonunda her şeye alışacağını tekrarlardı.
O zaman şunu anladım ki, bir tek gün dışarıda yaşamış olan bir kimse, hiç zahmetsiz yüz sene hapiste kalabilir. Canının sıkılmaması için yeter derece anıya sahip olmuştur.
İnsanın, hapisteyken zaman kavramını kaybettiğini bir yerde okumuştum. Fakat bunun benim için fazlaca bir anlamı olmamıştı. Günlerin nasıl hem bu kadar uzun hem de bu kadar kısa olabileceğini anlamamıştım. Bu günlerin yaşanması uzun sürüyordu şüphesiz, ama bunlar o kadar genişleyip yayılmışlardı ki, sonunda birbirlerinin içine taşıp yayılıyorlardı. Adlarını bile kaybediyorlardı. Benim için sadece dün ya da yarın sözcüklerinin bir anlamı vardı.
Her şey ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu. Kaderim bana fikir sorulmadan belirleniyordu. Zaman zaman herkesin sözünü kesip, "İyi ama sanık kim? Sanık olmak önemli bir iştir. Benim de söyleyeceklerim var," diyecek oluyordum. Fakat iyi düşününce söyleyecek bir şeyim olmadığını anlıyordum. Zaten şunu da kabul etmeliyim ki, insanları meşgul etmeye duyulan ilgi uzun sürmez.
Ben dinliyor, bana zeki dendiğini duyuyordum. Fakat sıradan bir insanın sahip olduğu niteliklerin, bir suçluya yöneltilen ezici suçlamalar haline nasıl gelebildiğini anlayamıyordum.
Aslında bende ruhtan eser yokmuş, insanlıktan da, hatta insan kalbini esirgeyen ahlak kurallarının birine bile sahip değilmişim.
Yalnız, şunu da çekinmeden söylüyordu, bu cinayet karşısında duyduğu dehşet, şu sanığın duygusuzluğu karşısında duyduğu dehşetten neredeyse daha azdı. Annesini manen öldüren biri, tıpkı kendisinin dünyaya gelmesine sebep olan insanın, yani babasının hayatına kasteden kimse gibi, insan topluluğundan kendi kendini kovmuş olurdu. Her halükarda birincisi, ikincinin eylemlerini hazırlar, bunları adeta önceden haber verir ve meşrulaştırırdı.
Artık bana ait olmayan bir hayatın bütün hatıraları başıma üşüşüverdi. Evet, bu hayat bana ait değildi ama en küçük ve en güçlü mutluluklarımı; sevdiğim mahalleyi, gökyüzünün akşamları aldığı her çeşit hali, Marie'nin gülüşlerini ve giysilerini o hayatta bulmuştum ben.
Tabii umut, koşup giderken bir sokağın köşesinde, daha kurşun havadayken vurulup ölmekti.
Binde bir şans, bir çok şeyi düzeltmeye yeterliydi. Örneğin hastayı (hasta diye düşünüyordum), onda dokuz ihtimalle öldürecek olan bir kimyasal bileşim bulunabilirdi. Fakat mahkum bunu bilecekti, şart bu olacaktı. Çünkü iyice düşününce ve olayları soğukkanlılıkla irdeleyince görüyordum ki, giyotin bıçağının kusuru, şansa hiç mi hiç yer bırakmamasıydı. Sonuç olarak mahkumun ölümüne kesin bir karar verilmiş oluyordu. Olmuş bitmiş bir iş, iyice ayarlanmış bir düzen, kabul edilmiş ve bozulması düşünülemeyecek bir anlaşmaydı bu.
İnsan bilmediği şeyler hakkında daima abartılı düşüncelere kapılır.
Baskına uğramayı hiç bir zaman pek sevmemişimdir. Başıma bir şey gelecekse, gözümün önünde gelmesini tercih ederim. İşte bunun içindir ki, gündüzleri pek az uyumaya başladım ve geceleri de gökyüzüne bakan pencerede ışığın belirmesini sabırla bekledim.
Annem hep insanın tam anlamıyla mutsuz olamayacağını söylerdi. Gökyüzü renklenip de yeni bir gün hücreme sızdığı zaman, ona hak veriyordum.
Fakat herkes bilir ki, hayat yaşama zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim; çünkü her iki durumda da gayet doğal olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası bundan daha açık bir şey yoktu. Şimdi ya da elli yıl sonra olsun ölecek olan hep bendim.
İnsan madem ki ölecektir, bunun nasıl ve nerede olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu.
Zaten, o andan itibaren Marie'nin hatırası beni ilgilendirmez olmuştu. Ölmüşse artık bana neydi bundan. Ben öldükten sonra herkesin beni unutmasını nasıl doğal buluyorsam, bunu da öylece doğal buluyordum. Onların benimle ilgileri kalmamıştı artık. Böyle bir şeyi düşünmenin acı olduğunu bile söyleyemezdim.
Ona göre insanların adaleti bir hiç Tanrı'nın ki ise her şeydi. Beni mahkum eden insanların adaletli olduğunu belirttim.
Ölüme o kadar yakınken annem, orada kendini her şeyden azade ve her şeyi yeniden yaşamaya hazır hissetmiş olmalıydı. Hiç kimsenin onun arkasından ağlamaya hakkı yoktu.
15 Nisan 2016 Cuma
Bagavatgita - Rab'bin Ezgisi
Ruh ve Madde Yayınları
Çeviri : Selçuk Caydı
Sayfa Sayısı: 167
İki bin dizelik Mahabharata Destanı'nın on sekiz bölümden oluşan kısmıdır. Hindistan'ın dört kutsal kitabı Veda'ların özü sayılır. Beş bin yıl kadar önce Hint yarımadasındaki Krukşetra'da büyük bir savaş olur ve karanlık çağın başlamasına sebebiyet verir. Kuru hanedanının iki
Özverili çalışmalarını büyük bir sevgiyle sürdürenlere, Bana gelebilmeleri için parlak zeka veririm.
Çeviri : Selçuk Caydı
Sayfa Sayısı: 167
İki bin dizelik Mahabharata Destanı'nın on sekiz bölümden oluşan kısmıdır. Hindistan'ın dört kutsal kitabı Veda'ların özü sayılır. Beş bin yıl kadar önce Hint yarımadasındaki Krukşetra'da büyük bir savaş olur ve karanlık çağın başlamasına sebebiyet verir. Kuru hanedanının iki
kanadı arasında gerçekleşen savaşta haklı taraf olan Arcuna yeğeni Krşna'nın Tanrı'nın yeryüzündeki cisimlenmesi olduğunu anlar ve yakınlarının birbirleriyle savaşıp ölmelerini istemediğinden dolayı Krşna'yı bazı konularda ikna etmek ister. En büyük özelliği laik bir savaşçıya vahyedilmiş olmasıdır. Çok sevdiğim kitaplardan biridir. Benim için ilham verenlerdendir.
Maddesel bedenlerin hepsi geçicidir. Yani bir bedene girmiş olan ruh asla yok edilemez, (sınırlanamaz) ölçülere sığmaz... Öyleyse savaş, ey Bharata'nın ardılı.
Öldürüldüğünü sanan da, öldürüleceğini sanan da, asla bilenlerden sayılmaz. Öz benlik asla öldürülmez ve öldürülemez.
Ruhun doğumu ya da ölümü; geçmişte şimdi ve gelecekte yoktur. O doğmamıştır, sonsuzdur, hep var olmuştur, ilktir (var olan en eski şeydir) hiç bir zaman ölmez. Ölecek olan bir şey varsa o da bedendir.
Eğer ruhun doğduktan sonra yeniden dirilmemecesine öldüğünü düşünüyorsan, yine de yanıp yakılmana gerek yok güçlü kollu Arcuna
Ey Bharata'nın oğlu Arcuna; bedenin ruhunu asla öldüremez. Bu nedenle ölenlerin ardından yas tutman gereksizdir.
Sana verilen görevleri yerine getirebilirsin, ama çaban sonucu ortaya çıkan ürünlere talip olmaya hakkın yok. Yaptığın işlerin, senin sayende sonuç verdiğini sanma. Ve asla görevini yerine getirememezlik etme.
Duyularını tatmin etme isteğinden vazgeçerek onlardan arınmış, her türlü mülkiyet duygusunu bir kenara bırakmış ve sahte benliğinden (egosundan) kurtulmuş olan kişi, yalnız o, gerçek huzura kavuşabilir.
İnsan çalışmaktan (görevini yerine getirmekten) vazgeçerek kaderin etkisinden kurtulamaz; tıpkı dünyadan elini eteğini çekerek (mükemmellik yolunda) başarı kazanamayacağı gibi
Bilgeler, kendi yaptıkları işlere kapılan cahillerin aklını karıştırmamalıdırlar. Onların çalışmamalarını sağlamak yerine, özveriyle hareket ederek, cahilleri çeşitli uğraşlarla meşgul etmelidirler.(böylece onları tanrısal şuura yaklaştırmamalıdırlar.)
Onun için, ilk önce duyularını kontrol altına alarak günahların büyük sembolü zevki yen. Temiz ruhun mükemmellik şuurunu bozup yok edene (zevke) kılıcınla vur, ey Bharataların en iyisi Arcuna
Tanrı'yla ilgili düşüncelere dalmış kişi, kesinlikle Tanrı'nın spiritüel krallığına erişecektir.. Çünkü o bütün benliğini, kayıtsız şartsız uyguladığı ve spiritüel kalitede sonuçlar aldığı
spiritüel faaliyetlere adamıştır.
spiritüel faaliyetlere adamıştır.
Bir spiritüel ustaya yönelerek gerçeği öğrenmeye çalış. Ona büyük bir sadakatle yaklaşarak sorularını sor ve hizmet et. Kendi kendini gerçekleştirmiş mükemmel ruhlar, gerçeği görmüş olduklarından sana önemli bilgiler açıklayabilir, vahyedebilirler.
(Açıklanan) kutsal yazıtlara güvenmeyen cahil ve inançsız kişiler, Tanrısal şuura erişemez, yıkılır giderler. Güvensiz (kuşkucu) ruhlar için ne bu dünyada ne bundan sonraki dünyada mutluluk yoktur.
Tamamen Ben'im şuurumda (bana erişmiş) olanlar; kime ve neye adanmış olursa olsun, tüm adakların eriştiği kişinin Ben olduğumu bilenler; tüm yarı-Tanrıların (dinlerin tanrılarının ve düşünce sistemlerinin) ve tanrısal katların efendisinin ben olduğumu bilenler, tüm canlıların iyiliğini isteyip iyiliğini düşünen dost olduğumu bilenler, maddesel varoluşun azabından kurtulup huzura kavuşurlar.
Canlıların doğasında oluşan zeka, bilgi, özgürlük, özgüven, hoşgörü, içtenlikli doğruluk, duyuların kontrolü, şuurun kontrolü, mutluluk, kader, doğum, ölüm, korku ve korkusuzluk...
Zor kullanmamak, soğukkanlılık, hoşnutluk, ceza, iyilik (hayırseverlik), şan şöhret ve yüz karası (şerefsizlik) çeşitli şekillerde Ben'im tarafımdan düzenlenmiştir (yaratılmıştır).
Özverili çalışmalarını büyük bir sevgiyle sürdürenlere, Bana gelebilmeleri için parlak zeka veririm.
Onların kalbinde yer etmiş olan Ben, onlara gösterdiğim (çok özel) şefkatimin bir işareti olarak, bilgisizliklerinden doğan (içlerindeki) karanlığı, bilginin meşalesiyle (ışığıyla) aydınlatırım.
Tüm dolandırıcılıklar içinde kumar Ben'im. Görkemliler arasında görkemim. Ben zaferim. Ben serüvenim. Ve Ben, güçlülerin gücüyüm.
(İnsanın) kendini (özbenliğini) tanımasının önemini kavrayarak felsefi alanda mutlak gerçeği aramak. Bütün bunları gerçek bilim ilan ediyorum. Bunların dışında köklü bilgi aramak, cehalettir.
O duyuların kaynağı olmasına karşın duyulara sahip değildir. Tüm canlılara can vermesine karşın onlardan bağımsız, doğanın çeşitli tezahürlerinin üzerindedir. Ayrıca O, maddesel dünyadaki bütün tezahürlerin efendisidir.
Işıldayan bütün varlıkların ışığı O'dur. O maddenin karanlığının ötesinde ve tezahür etmemiş haldedir. İşte o bilimin hedefidir ve herkesin kalbindedir.
Yapılan her türlü hareketten, doğanın çeşitli ifade şekillerinin sorumlu olduğunun, en yüce Tanrı'nın tüm bunların ötesinde (aşkın) olduğunun ayırdına varan kişi, gerçeği "gören"lerden biridir. O benim spiritüel doğama yükseltilecektir.
Güçlülük, kusura bakmamak (bağışlayıcı olmak), dayanıklılık, temizlik, kıskançlık ve şan-şeref tutkusundan arınmış olmak... (gibi) aşkın özellikler, tanrısal doğaya sahip kutsal insanların özellikleridir, ey Bharata'nın ardılı Arcuna
Kibir, azamet, kendini beğenmişlik, öfke, kabalık, bilgisizlik (cehalet) ... şeytani doğaya sahip olanların özellikleridir, ey Prtha'nın oğlu Arcuna
Şeytani olanlar ne yapılması gerektiğini ve neyin yapılmaması gerektiğini bilmezler. Onlar temizliği ve doğru davranış şekillerini bilmezler. Onlarda, doğruluk denen şey de bulunmaz.
Onlar, Dünya'nın gerçek olmayıp, dayanağının da bulunmadığını; Dünya'nın, evrenin kendiliğinden oluşmuş bir tezahürü olduğunu, ona hükmeden bir Tanrı'nın var olmadığını söylerler. Doğumlarının (Dünya'ya gelişlerinin) cinsel zevkten başka bir nedeninin olmadığını söylerler.
Doyumsuz zevklere sığınan, kibirden ve sahte şan-şereften başları dönmüş kötü varlıklar (şeytani olanlar), büyük bir yanılgı içinde yaşamaktadırlar. Onlar kalıcı olmayan şeylere büyülenerek, komplocu kirli faaliyetlerini sürdürürler.
Onların korku ve endişeleri, yaşamlarının sonuna (ölüm anına) dek, olağanüstü boyutlara çıkar. Yaşamlarının baş hedefi kabul ettikleri duyularının tatminine sığınırlar.
Sahte benlikleri, güçleri, kibirleri, zevkleri ve öfkeleriyle akılları karışmış olan kötü varlıklar (şeytani insanlar), Tanrı'nın kendi bedenlerinde ve diğer bedenlerdeki en yüksek kişiliği kıskanırlar ve gerçek inancı (dini) kötülerler
İnsanlar arasından kıskanç olanları ve kötülük düşünen (yapan) o alçakları, maddesel varoluşun şanssız (mutsuz) şeytani şekillerine doğru iterim.
Böyle insanlar (doğum-ölüm) çemberi içinde devamlı şeytani yaşam biçimleri içinde doğacaklarından, Bana asla yaklaşamazlar, ey Kunti'nin oğlu Arcuna. Giderek varoluşun iğrenç (lanetli) şekillerine batarlar.
Bu cehenneme giden üç yol vardır: zevk, öfke ve hırs. Her akıllı insan, bu üç şeyden vazgeçmelidir. Çünkü onlar ruhu alçaltırlar.
(Var olan her şeyin, Tanrı'nın bir uzantısı olduğu şuuruyla) her şeyin içinde olan Tanrı'yı ululayarak (O'na saygı göstererek) , doğası gereği üzerine düşen görevini (işini) de en iyi şekilde yapanlar, mükemmelliğe erişirler.
(Tam anlamıyla) başarılı olmasa bile insanın kendi doğasına uyan görevini (işini) yerine getirmesi; başka birinin işini üstlenerek onu mükemmelen yapmasından daha iyidir. İnsanın, kendi doğasına uygun işlerle uğraşması, asla günahkar reaksiyonlara neden olmaz.
Dinin her türlüsünü bir kenara bırak ve (yalnızca) Bana teslim ol (Bana bağlan). Ben seni tüm günahlarından arındıracağım. Korkma!
Franz Kafka - Dönüşüm
Can Yayınları
Çeviri : Ahmet Cemal
Sayfa Sayısı : 102
Franz Kafka benim okumayı çok sevdiğim yazarlardan biri değildir. Bu öykü'yü daha önce Cem Yayınevi'nin çevirisi ile okumuştum. Özellikle "bencileyin" diye efsane bir çevirisi vardı. Hafızamda yer etti. Ancak Cem Yayınevi'nin çevirisini bulamadım. Kitap alıp, geri getirmeyen bütün dostlara burdan selam olsun. Canınız sağolsun ne diyeyim :) Öykü Dostoyevski'nin İkiz'i ve Gogol'ün Burun'u gibi kahraman'ın bir sabah kalktığında kendini farklı bir hayata uyanmış bulmasıyla başlar.
Kitabı Almanca aslından çeviren Ahmet Cemal'in açıklaması'nın yeterli olduğunu düşünüyorum.
Gregor Samsa'nın bir sabah kendini yatağında bir böcek olarak bulması, salt bir değişim değil fakat "başkalaşım"dır. O insanlığını koruyarak bazı değişiklikler geçirmemiştir; artık farklı bir canlı türü olmuştur.
Çeviri : Ahmet Cemal
Sayfa Sayısı : 102
Franz Kafka benim okumayı çok sevdiğim yazarlardan biri değildir. Bu öykü'yü daha önce Cem Yayınevi'nin çevirisi ile okumuştum. Özellikle "bencileyin" diye efsane bir çevirisi vardı. Hafızamda yer etti. Ancak Cem Yayınevi'nin çevirisini bulamadım. Kitap alıp, geri getirmeyen bütün dostlara burdan selam olsun. Canınız sağolsun ne diyeyim :) Öykü Dostoyevski'nin İkiz'i ve Gogol'ün Burun'u gibi kahraman'ın bir sabah kalktığında kendini farklı bir hayata uyanmış bulmasıyla başlar.
Kitabı Almanca aslından çeviren Ahmet Cemal'in açıklaması'nın yeterli olduğunu düşünüyorum.
Gregor Samsa'nın bir sabah kendini yatağında bir böcek olarak bulması, salt bir değişim değil fakat "başkalaşım"dır. O insanlığını koruyarak bazı değişiklikler geçirmemiştir; artık farklı bir canlı türü olmuştur.
George Orwell - Hayvan Çiftliği
Can Yayınları
Çeviri : Celal Üster
Sayfa Sayısı : 152
Sömürü'ye, baskı'ya isyan ve daha acımasız bir hale dönüş hikayesi.
Celal Üster'in doyurucu önsöz'ü karşısında söyleyecek bir söz kalmıyor.
Sembolik karakterler'in çağrıştırdığı siyasi isimleri wikipedia'dan okuyabilirsiniz.
İnsan, üretmeden tüketen tek varlıktır. Süt vermez, yumurta yumurtlamaz, sabanı çekecek gücü yoktur, tavşan yakalayacak kadar hızlı koşamaz. Gene de, tüm hayvanların efendisidir. Hayvanları çalıştırır, karşılığında onlara açlıktan ölmeyecekleri kadar yiyecek verir, geri kalanını kendine ayırır. Bizse emeğimizle tarlayı sürer, gübremizle toprağı besleriz; oysa hiçbirimizin postundan başka bir şeyi yoktur.. Siz, şu karşımda oturan inekler; bu yıl kaç bin litre süt verdiniz? Güçlü kuvvetli danalar yetiştirmek için gerekli olan sütleriniz nereye gitti? Her bir damlası düşmanlarımızın midesine indi. Siz, tavuklar; bu yıl kaç yumurta yumurtladınız, o yumurtaların kaçından civciv çıkarabildiniz? Tümüne yakını pazarda satıldı, Jones ve adamlarına para kazandırdı. Ve sen, Clover, doğurduğun o dört tay nerede? Dördü de bir yaşına geldiklerinde satıldı; onları bir daha hiç göremeyeceksin. İnsanlara verdiğin o dört tay ve tarlalardaki emeğin karşılığında bir avuç yem ve soğuk bir ahırdan başka ne gördün?
Çeviri : Celal Üster
Sayfa Sayısı : 152
Sömürü'ye, baskı'ya isyan ve daha acımasız bir hale dönüş hikayesi.
Celal Üster'in doyurucu önsöz'ü karşısında söyleyecek bir söz kalmıyor.
Sembolik karakterler'in çağrıştırdığı siyasi isimleri wikipedia'dan okuyabilirsiniz.
Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yiyecek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde de korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar. İngiltere'de bir yaşına geldikten sonra hiç bir hayvan dinlenip eğlenemez. İngiltere'de hiç bir hayvan özgür değildir. Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte tüm çıplaklığıyla gerçek budur.
İşte, yoldaşlar, tüm sorularımızın yanıtı burada. Tek bir sözcükle özetlenebilir: İnsan. Tek gerçek düşmanımız İnsan'dır. İnsan'ı ortadan kaldırın, açlığın ve köle gibi çalışmanın temelindeki neden de sonsuza dek silinecektir yeryüzünden.
İki ayaklılar düşmanımızdır. Dört ayaklılar ve kanatlılar dostumuzdur. Şunu da unutmayın ki, İnsan'a karşı savaşırken sonunda ona benzememeliyiz. Onu alt ettiğiniz zaman bile, onun kötü alışkanlıklarını benimsemeye kalkmayın. Hiç bir hayvan asla bir evde yaşamamalı, yatakta yatmamalı, giysi giymemeli, içki ve sigara içmemeli, paraya el sürmemeli, ticaretle uğraşmamalı. İnsan'ın bütün alışkanlıkları kötüdür. Ve en önemlisi hiç bir hayvan kendi türünden olanlara zorbalık etmemeli. Güçlüsü güçsüzü, akıllısı akılsızı, hepimiz kardeşiz. Hiç bir hayvan başka bir hayvanı öldürmemeli. Bütün hayvanlar eşittir.
Senin onsuz edemediğin kurdele, köleliğin simgesidir. Özgürlüğün kurdelelerden çok daha değerli olduğunu kafan almıyor mu?
"Yetimlerin biricik babası!
Mutluluğumuzun pınarı!
Yem kovalarının sultanı!
Gökyüzündeki güneşi andırırsın,
Dingin ve buyurgan bakışınla
Yüreğime coşku salarsın,
Napoleon Yoldaş!
Kulların sevdiği her şeyi
Sensin onlara bağışlayan,
İki öğün yemek, tertemiz saman döşek;
Büyük küçük her hayvan
Rahat uyur her akşam,
Sensin onları koruyup kollayan,
Napoleon Yoldaş!
Bir gün bir yavrum olursa,
Daha ufacık bir bebekken
Altı karış olmadan boyu
Öğrenmeli senin değerini bilmeyi,
Gözlerini açar açmaz dünyaya
Ciyak ciyak basmalı çığlığı:
Napoleon Yoldaş! "
Güvercinler havaya uçuştular Napoleon dışında bütün hayvanlar kendilerini yüzükoyun yere atıp yüzlerini kapattılar.
Benjamin'e göre, açlık, zorluk ve hayal kırıklığı hayatın değişmez yasalarıydı.
Zor bir hayat yaşıyor olabilirlerdi, umutlarının tümü gerçekleşmemiş olabilirdi, ama öteki hayvanlardan farklı olduklarının bilincindeydiler. Açlık çekiyorlarsa, zorba insanları doyuralım diye çekmiyorlardı; çok çalışıyorlarsa, hiç değilse kendileri için çalışıyorlardı. Hiç bir hayvan iki ayak üstünde yürümüyordu. Hiç bir hayvan hiç bir hayvanın "efendi"si değildi. Bütün hayvanlar eşitti.
Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi! Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi!
Benjamin ilk kez ilkesini bozdu ve duvardaki yazıyı Clover'a okudu. Duvarda tek bir emir yazılıydı.
BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR
AMA BAZI HAYVANLAR
ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR
Domuzlar ile insanlar arasında en küçük bir çıkar çatışması yoktu, olması için bir neden de göremiyordu. Verdikleri uğraşlar da, karşılaştıkları güçlükler de birdi. İşçi sorunu her yerde aynı değil miydi?
"Sizler aşağı kesimlerden hayvanlarınızla uğraşmak zorundaysanız," dedi, "bizler de bizim aşağı sınıflardan insanlarımızla uğraşmak zorundayız!"
Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine bir de insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirinden ayırt edemiyorlardı.
10 Nisan 2016 Pazar
Kumarbaz - Fyodor Mihayloviç Dostoyevski
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Çeviren : Koray Karasulu
Sayfa Sayısı : 177
Ve gelelim benim büyük aşkıma. Bu kitap bir kumarbaz'ın psikolojisini işleyen tek kitap olma özelliğini taşımaktadır. Dostoyevski' yi anlatan bir filmde bu kitabı kumar borcu yüzünden bir haftada bitirdiğini duymuştum. Daha sonra Kumarbaz'ı aslında üç haftada bitirdiğini nerede okuduğumu şu an hatırlayamadığım bir yerde öğrendim. Neticede kısa sürede muhteşem bir eser vermiş bir yazardır Dostoyevski. Benim için yeri doldurulamaz.
Onu seviyor muyum? Ve bir kez daha bu soruya cevap vermeye cesaret edemedim; daha doğrusu belki de yüzüncü kez ondan nefret ettiğimi tekrarladım kendi kendime. Evet ondan nefret ediyordum. Sırf onu boğabilmek için ömrümün yarısını vereceğim anlar (tam olarak sohbetlerimizin sonunda) oluyordu! Yemin ederim ki, sivri bir bıçağı yavaş yavaş göğsüne sokacak fırsatı bulsam, heralde büyük bir zevkle yapışırdım yakasına. Bu arada kutsal olan her şey üzerine yemin ederim ki, Schlanberg'de o mesirede "Atlayın aşağıya," deseydi kendimi büyük bir zevkle boşluğa bırakırdım. Buna eminim. :)
Ruletten çok şey beklemem komik olabilir, fakat kumardan herhangi bir şey kazanmayı ummanın aptalca ve manasız olduğunu savunan o genel inanç daha komik bence. Neden kumar para kazanmanın diğer yollarından, mesela ticaretten daha kötü olsun ki? Doğru, yüz kişiden ancak biri kazanır. İyi ama bundan bana ne?
Kısa sürede mümkün olduğunca para kazanma isteğini iğrenç bulmuyorum kesinlikle; "ne de olsa küçük bir miktarla oynadıklarını" söyleyenlere, hırsın küçüklüğünü gösterdiği için bundan daha kötü olduğu cevabını veren iyice semirmiş, hali vakti yerinde bir ahlakçının düşüncesi de bana hep aptalca gelmiştir. Hırsın küçüklüğü ya da büyüklüğü önemli sanki. İzafi bir mesele bu. Rothschild için küçük olan miktar, bana göre muazzam bir servettir; kar ve kazanma meselesine gelince, insanlar sadece rulette değil her şeyde sürekli kar ediyor, birbirlerine karşı bir şeyler kazanıyorlar zaten. Zahmetsiz kazancın ve menfaatin iğrenç olup olmadığıysa başlı başına bir sorun. Burada bunun tahliline girişecek değilim. Bende de fena halde kazanma isteği olduğu için, salona girdiğimde bütün o hırs, isterseniz hırsın iğrençliği deyin, gayet makul, hatta tanıdık geldi. İnsanların merasimi bir yana bırakıp birbirine teklifsiz davranabilmesi harika bir şey. Kendi kendini kandırmanın alemi var mı? Ne gereksiz, ne beyhude bir çaba!
İki tür kumar vardır: Centilmen kumarıyla, ayaktakımının kaba, hırs dolu kumarı. Buradaki fark kesin bir çizgiyle belirlenir ve... aslında ne iğrençtir o fark!
Gerçek bir centilmen bütün servetini kaybetse de heyecanlanmamalıdır. Para bir centilmenden neredeyse umursamayacağı kadar aşağıda olmalıdır.
Onun gözünde zerre değeri olmayan bir köleysem, kaba merakım onu hiç bir şekilde incitemez de.
Fakat Polina'dan ayrılabilir miyim, çevresinde ispiyonculuk yapmadan durabilir miyim hiç?
Elbette ispiyonculuk alçakçadır. Ama umurumda bile değil! :)
Aşık, utangaç ve hastalıklı denecek ölçüde namuslu bir insanın bir kelimesi veya bir bakışıyla durumunu sezdirmektense, bir an evvel yerin dibine geçmeyi tercih edeceği zamandaki bakışları bazen çok ilginç ve komik oluyor. :)
Tam o anda gitmem gerekirdi ama içimde kadere meydan okumak, ona bir sille indirmek, dilimi
çıkarmak gibi tuhaf bir duygu uyandı. :)
Tarihsel olarak uygar batı insanının erdem ve meziyetlerinin başlıca temellerinden biri para biriktirmek olmuştur. Oysa bir Rus para biriktirme yeteneğinden mahrum olmakla kalmaz, kazandığını boş yere hem de çirkin bir biçimde harcar. Her halükarda biz Ruslara da para lazım olur -diye ekledim,- bu yüzden hiç emek harcamaksızın iki saat içinde birden zengin olabileceğimiz rulet gibi yollara pek düşkünüz. Böyle şeyler bizi hemen cezbeder, fakat hiç emek harcamadan, aklımıza estiği gibi oynadığımız için hep kaybederiz!
İnsanın yanına yaklaşmaya korktuğu namuslu adamlara hiç katlanamam.
Neyse buradaki her aile vater'in (baba) itaatkar kölesi. Ailenin bütün fertleri öküzler gibi çalışıyor, Yahudiler gibi de para biriktiriyor. Diyelim ki baba ileride bir iş kursun veya bir miktar toprak alabilsin diye büyük oğluna belli bir miktar gulden ayırdı, sırf bu yüzden kızına drahoma vermez ve kızcağız evde kalır. Küçük oğlanı da köle veya asker olarak satarlar ve parayı da ana sermayeye katarlar. Gerçekten burada böyle yapılıyor, araştırdım bile. Bütün bunların nedeni de namus, aşırı bir namus; öyle ki satılan küçük oğlan namus uğruna satıldığına yürekten inanıyor...İşte ideal dedikleri budur, kurbanın ölüme götürülürken bile sevinmesi. Ya sonra ne oluyor? Sonrası büyük oğlan için pek te kolay sayılmaz: Onun da bir yerlerde gönlünü kaptırdığı bir Amalhen'i vardır, fakat onunla evlenemez çünkü henüz yeterince para biriktirememiştir.Onlar da olanca terbiye ve samimiyetleriyle gülümseyerek kurban edilmeyi bekler. Amalhen'in avurtları çöker, kupkuru bir kız olur. Nihayet yirmi yıl sonra servetleri artar; guldenler namuslu ve erdemli biçimde birikmiştir...Vater kırkına varmış büyük oğlunu ve otuz beşine gelmiş, kupkuru göğüslü, kırmızı burunlu Amelhen'i kutsar...Bu esnada ağlar, ahlak üzerine bir vaaz verir ve sonra ölür. Bundan sonra büyük oğlan erdemli vater olur ve hikaye baştan başlar. Elli ya da yetmiş yıl sonra gerçekten hatırı sayılır bir sermaye biriktirmiş olan ilk vater'in torunu onu oğluna, o da kendi oğluna, öbürü de yine kendi oğluna bırakır ve böylelikle beş altı kuşak sonra bir Baron Rothschild veya Hoppe ve Ortakları -artık adı ne olursa- çıkar ortaya. Ne muhteşem bir gösteri değil mi efendim: Kuşaktan kuşağa geçen bir kaç asırlık bir emek, sabır, zeka, namus, karakter, metanet, hesapçılık ve bir de çatıda leylek! Daha ne istersiniz ki, bundan daha yüce bir şey olamaz; sonra kendi bakış açılarından bütün dünyayı yargılamaya ve suçluları, yani onlardan biraz olsun farklıları cezalandırmaya başlarlar. İşte böyle efendim: Ben Rus usulünce serserilik etmeyi veya ruletten servet kazanmayı tercih ederim. Beş kuşak sonra Hoppe ve Ortakları olmak istemiyorum. Kendim için paraya ihtiyacım var ve kendimi herhangi birinin sermayesinin vazgeçilmez parçası gibi hissetmiyorum. Bir sürü şey uydurduğumun farkındayım, ama varsın öyle olsun. Benim inançlarım böyle işte. :)
Evet efendim, köleniz olmak benim için bir zevktir. Sefilliğin, alçalmanın en son mertebesinde bile bir zevk vardır, -diye saçmalamaya devam ettim.- :)
Güzel mi değil mi bilmiyorum, ama yemin ederim karşımda öyle durduğunda ona bakmaya doyamıyordum, işte bu yüzden de onu sık sık öfkelendirmek çok hoşuma gidiyordu. Belki o da bunu farkettiği için kasten kızıyordu. Bunu ona söyledim. :)
Zevk her zaman yararlıdır; vahşi, sınırsız bir hakimiyet duygusunda da -bir sinek üzerinde olsa bile- kendine has bir zevk vardır. İnsan yaradılışdan zorbadır ve acı çektirmeyi sever. Sizse buna bayılıyorsunuz.
Avukatlar cinayet davalarında müvekkillerini aklamak için, olay anında hiç bir şey hatırlamadıklarını ve bunun da güya bir hastalık olduğunu iddia ediyor. "Öldürdü ama hiç bir şey hatırlamıyor," diyorlar. Gerçekten böyle bir hastalık olduğunu, geçici cinnet denen bu hastalığın etkisindeki birinin yaptıklarına dair neredeyse hiç bir şey hatırlayamayacağını, en çok yarısını veya çeyreğini hatırlayacağını söylüyorlar.
Bütün kadınlar aynıdır! En onurlu olanlar bile en aşağılık kölelere dönüşür! Polina ancak tutkuyla sevebilir, işte o kadar! İşte onun hakkındaki düşüncem bu!
İnsan ne çirkin bir varlık!
Erkeklerin hepsi horoz gibidir; bıraksaydınız da dövüşselerdi.
Ne olsa gözünü hırs bürümüş bir çocuk kadar neşeliydi şu esnada ve adet olduğu üzere tüyleri tamamen yolunacaktı. Çünkü her şeyle bütün bağlarını koparmış bir kolej öğrencisi gibi mutluydu ve kumarda kaçınılmaz olarak kaybedecekti.
Onun bütün sırlarını öğrenmek istiyorum; bana "Seni seviyorum" demesini isterdim, eğer bu çılgın umut gerçekleşmeyecekse...isteyecek başka neyim var? Ne istediğimi biliyor muyum? Kendimi kaybetmiş gibiyim; tek istediğim sonsuza dek, daima, bütün ömrümce onun yanında olmak, onun ışığıyla, onun halesiyle aydınlanmak. Ondan ötesini bilmiyorum! Ondan kaçabilir miyim hiç? :)
Kumarbazlar insanın bir gün boyunca elinden iskambil kağıtlarını bırakmadan, hatta sağına soluna bile bakmadan bir sandalyede oturabileceğini gayet iyi bilir.
Peki sevgim ona bu kadar iğrenç geliyorsa, neden bundan bahsetmeyi yasaklamıyordu bana?
O Fransız nasıl tüm dünyası olur?
Aslında Tanrı yaşlı da olsan kibri cezalandırır işte.
Bazen en çılgın, en imkansız görünen fikir kafanızda öyle bir yer edinir ki, öyle veya böyle gerçekleşeceğini zannedersiniz...Dahası bu düşünce şiddetli, güçlü bir arzuya eşlik ediyorsa, bazen onu kaçınılmaz, önceden belirlenmiş, kadere yazılmış, var olmaması, gerçekleşmemesi imkansız bir şey gibi kabul edersiniz! Belki burada başka bir şeyler, önsezilerin bir birleşimi, olağandışı bir irade, kendi hayal gücüyle kendini zehirleme veya buna benzer şeyler söz konusudur...
Gerçekten insan en iyi dostunun sefil olduğunu görmekten hoşlanır; dostluğun çoğu da bu sefillik üzerine bina edilir; bu da tüm akıllı insanların bildiği çok eski bir gerçektir.
Çeviren : Koray Karasulu
Sayfa Sayısı : 177
Ve gelelim benim büyük aşkıma. Bu kitap bir kumarbaz'ın psikolojisini işleyen tek kitap olma özelliğini taşımaktadır. Dostoyevski' yi anlatan bir filmde bu kitabı kumar borcu yüzünden bir haftada bitirdiğini duymuştum. Daha sonra Kumarbaz'ı aslında üç haftada bitirdiğini nerede okuduğumu şu an hatırlayamadığım bir yerde öğrendim. Neticede kısa sürede muhteşem bir eser vermiş bir yazardır Dostoyevski. Benim için yeri doldurulamaz.
Onu seviyor muyum? Ve bir kez daha bu soruya cevap vermeye cesaret edemedim; daha doğrusu belki de yüzüncü kez ondan nefret ettiğimi tekrarladım kendi kendime. Evet ondan nefret ediyordum. Sırf onu boğabilmek için ömrümün yarısını vereceğim anlar (tam olarak sohbetlerimizin sonunda) oluyordu! Yemin ederim ki, sivri bir bıçağı yavaş yavaş göğsüne sokacak fırsatı bulsam, heralde büyük bir zevkle yapışırdım yakasına. Bu arada kutsal olan her şey üzerine yemin ederim ki, Schlanberg'de o mesirede "Atlayın aşağıya," deseydi kendimi büyük bir zevkle boşluğa bırakırdım. Buna eminim. :)
Ruletten çok şey beklemem komik olabilir, fakat kumardan herhangi bir şey kazanmayı ummanın aptalca ve manasız olduğunu savunan o genel inanç daha komik bence. Neden kumar para kazanmanın diğer yollarından, mesela ticaretten daha kötü olsun ki? Doğru, yüz kişiden ancak biri kazanır. İyi ama bundan bana ne?
Kısa sürede mümkün olduğunca para kazanma isteğini iğrenç bulmuyorum kesinlikle; "ne de olsa küçük bir miktarla oynadıklarını" söyleyenlere, hırsın küçüklüğünü gösterdiği için bundan daha kötü olduğu cevabını veren iyice semirmiş, hali vakti yerinde bir ahlakçının düşüncesi de bana hep aptalca gelmiştir. Hırsın küçüklüğü ya da büyüklüğü önemli sanki. İzafi bir mesele bu. Rothschild için küçük olan miktar, bana göre muazzam bir servettir; kar ve kazanma meselesine gelince, insanlar sadece rulette değil her şeyde sürekli kar ediyor, birbirlerine karşı bir şeyler kazanıyorlar zaten. Zahmetsiz kazancın ve menfaatin iğrenç olup olmadığıysa başlı başına bir sorun. Burada bunun tahliline girişecek değilim. Bende de fena halde kazanma isteği olduğu için, salona girdiğimde bütün o hırs, isterseniz hırsın iğrençliği deyin, gayet makul, hatta tanıdık geldi. İnsanların merasimi bir yana bırakıp birbirine teklifsiz davranabilmesi harika bir şey. Kendi kendini kandırmanın alemi var mı? Ne gereksiz, ne beyhude bir çaba!
İki tür kumar vardır: Centilmen kumarıyla, ayaktakımının kaba, hırs dolu kumarı. Buradaki fark kesin bir çizgiyle belirlenir ve... aslında ne iğrençtir o fark!
Gerçek bir centilmen bütün servetini kaybetse de heyecanlanmamalıdır. Para bir centilmenden neredeyse umursamayacağı kadar aşağıda olmalıdır.
Onun gözünde zerre değeri olmayan bir köleysem, kaba merakım onu hiç bir şekilde incitemez de.
Fakat Polina'dan ayrılabilir miyim, çevresinde ispiyonculuk yapmadan durabilir miyim hiç?
Elbette ispiyonculuk alçakçadır. Ama umurumda bile değil! :)
Aşık, utangaç ve hastalıklı denecek ölçüde namuslu bir insanın bir kelimesi veya bir bakışıyla durumunu sezdirmektense, bir an evvel yerin dibine geçmeyi tercih edeceği zamandaki bakışları bazen çok ilginç ve komik oluyor. :)
Tam o anda gitmem gerekirdi ama içimde kadere meydan okumak, ona bir sille indirmek, dilimi
çıkarmak gibi tuhaf bir duygu uyandı. :)
Tarihsel olarak uygar batı insanının erdem ve meziyetlerinin başlıca temellerinden biri para biriktirmek olmuştur. Oysa bir Rus para biriktirme yeteneğinden mahrum olmakla kalmaz, kazandığını boş yere hem de çirkin bir biçimde harcar. Her halükarda biz Ruslara da para lazım olur -diye ekledim,- bu yüzden hiç emek harcamaksızın iki saat içinde birden zengin olabileceğimiz rulet gibi yollara pek düşkünüz. Böyle şeyler bizi hemen cezbeder, fakat hiç emek harcamadan, aklımıza estiği gibi oynadığımız için hep kaybederiz!
İnsanın yanına yaklaşmaya korktuğu namuslu adamlara hiç katlanamam.
Neyse buradaki her aile vater'in (baba) itaatkar kölesi. Ailenin bütün fertleri öküzler gibi çalışıyor, Yahudiler gibi de para biriktiriyor. Diyelim ki baba ileride bir iş kursun veya bir miktar toprak alabilsin diye büyük oğluna belli bir miktar gulden ayırdı, sırf bu yüzden kızına drahoma vermez ve kızcağız evde kalır. Küçük oğlanı da köle veya asker olarak satarlar ve parayı da ana sermayeye katarlar. Gerçekten burada böyle yapılıyor, araştırdım bile. Bütün bunların nedeni de namus, aşırı bir namus; öyle ki satılan küçük oğlan namus uğruna satıldığına yürekten inanıyor...İşte ideal dedikleri budur, kurbanın ölüme götürülürken bile sevinmesi. Ya sonra ne oluyor? Sonrası büyük oğlan için pek te kolay sayılmaz: Onun da bir yerlerde gönlünü kaptırdığı bir Amalhen'i vardır, fakat onunla evlenemez çünkü henüz yeterince para biriktirememiştir.Onlar da olanca terbiye ve samimiyetleriyle gülümseyerek kurban edilmeyi bekler. Amalhen'in avurtları çöker, kupkuru bir kız olur. Nihayet yirmi yıl sonra servetleri artar; guldenler namuslu ve erdemli biçimde birikmiştir...Vater kırkına varmış büyük oğlunu ve otuz beşine gelmiş, kupkuru göğüslü, kırmızı burunlu Amelhen'i kutsar...Bu esnada ağlar, ahlak üzerine bir vaaz verir ve sonra ölür. Bundan sonra büyük oğlan erdemli vater olur ve hikaye baştan başlar. Elli ya da yetmiş yıl sonra gerçekten hatırı sayılır bir sermaye biriktirmiş olan ilk vater'in torunu onu oğluna, o da kendi oğluna, öbürü de yine kendi oğluna bırakır ve böylelikle beş altı kuşak sonra bir Baron Rothschild veya Hoppe ve Ortakları -artık adı ne olursa- çıkar ortaya. Ne muhteşem bir gösteri değil mi efendim: Kuşaktan kuşağa geçen bir kaç asırlık bir emek, sabır, zeka, namus, karakter, metanet, hesapçılık ve bir de çatıda leylek! Daha ne istersiniz ki, bundan daha yüce bir şey olamaz; sonra kendi bakış açılarından bütün dünyayı yargılamaya ve suçluları, yani onlardan biraz olsun farklıları cezalandırmaya başlarlar. İşte böyle efendim: Ben Rus usulünce serserilik etmeyi veya ruletten servet kazanmayı tercih ederim. Beş kuşak sonra Hoppe ve Ortakları olmak istemiyorum. Kendim için paraya ihtiyacım var ve kendimi herhangi birinin sermayesinin vazgeçilmez parçası gibi hissetmiyorum. Bir sürü şey uydurduğumun farkındayım, ama varsın öyle olsun. Benim inançlarım böyle işte. :)
Evet efendim, köleniz olmak benim için bir zevktir. Sefilliğin, alçalmanın en son mertebesinde bile bir zevk vardır, -diye saçmalamaya devam ettim.- :)
Güzel mi değil mi bilmiyorum, ama yemin ederim karşımda öyle durduğunda ona bakmaya doyamıyordum, işte bu yüzden de onu sık sık öfkelendirmek çok hoşuma gidiyordu. Belki o da bunu farkettiği için kasten kızıyordu. Bunu ona söyledim. :)
Zevk her zaman yararlıdır; vahşi, sınırsız bir hakimiyet duygusunda da -bir sinek üzerinde olsa bile- kendine has bir zevk vardır. İnsan yaradılışdan zorbadır ve acı çektirmeyi sever. Sizse buna bayılıyorsunuz.
Avukatlar cinayet davalarında müvekkillerini aklamak için, olay anında hiç bir şey hatırlamadıklarını ve bunun da güya bir hastalık olduğunu iddia ediyor. "Öldürdü ama hiç bir şey hatırlamıyor," diyorlar. Gerçekten böyle bir hastalık olduğunu, geçici cinnet denen bu hastalığın etkisindeki birinin yaptıklarına dair neredeyse hiç bir şey hatırlayamayacağını, en çok yarısını veya çeyreğini hatırlayacağını söylüyorlar.
Bütün kadınlar aynıdır! En onurlu olanlar bile en aşağılık kölelere dönüşür! Polina ancak tutkuyla sevebilir, işte o kadar! İşte onun hakkındaki düşüncem bu!
İnsan ne çirkin bir varlık!
Erkeklerin hepsi horoz gibidir; bıraksaydınız da dövüşselerdi.
Ne olsa gözünü hırs bürümüş bir çocuk kadar neşeliydi şu esnada ve adet olduğu üzere tüyleri tamamen yolunacaktı. Çünkü her şeyle bütün bağlarını koparmış bir kolej öğrencisi gibi mutluydu ve kumarda kaçınılmaz olarak kaybedecekti.
Onun bütün sırlarını öğrenmek istiyorum; bana "Seni seviyorum" demesini isterdim, eğer bu çılgın umut gerçekleşmeyecekse...isteyecek başka neyim var? Ne istediğimi biliyor muyum? Kendimi kaybetmiş gibiyim; tek istediğim sonsuza dek, daima, bütün ömrümce onun yanında olmak, onun ışığıyla, onun halesiyle aydınlanmak. Ondan ötesini bilmiyorum! Ondan kaçabilir miyim hiç? :)
Kumarbazlar insanın bir gün boyunca elinden iskambil kağıtlarını bırakmadan, hatta sağına soluna bile bakmadan bir sandalyede oturabileceğini gayet iyi bilir.
Peki sevgim ona bu kadar iğrenç geliyorsa, neden bundan bahsetmeyi yasaklamıyordu bana?
O Fransız nasıl tüm dünyası olur?
Aslında Tanrı yaşlı da olsan kibri cezalandırır işte.
Bazen en çılgın, en imkansız görünen fikir kafanızda öyle bir yer edinir ki, öyle veya böyle gerçekleşeceğini zannedersiniz...Dahası bu düşünce şiddetli, güçlü bir arzuya eşlik ediyorsa, bazen onu kaçınılmaz, önceden belirlenmiş, kadere yazılmış, var olmaması, gerçekleşmemesi imkansız bir şey gibi kabul edersiniz! Belki burada başka bir şeyler, önsezilerin bir birleşimi, olağandışı bir irade, kendi hayal gücüyle kendini zehirleme veya buna benzer şeyler söz konusudur...
Gerçekten insan en iyi dostunun sefil olduğunu görmekten hoşlanır; dostluğun çoğu da bu sefillik üzerine bina edilir; bu da tüm akıllı insanların bildiği çok eski bir gerçektir.
Oz Büyücüsü - L.Frank Baum
İş Gençlik Klasikleri
Çeviren : Volkan Yalçıntoklu
Sayfa Sayısı : 125
Bütün çocuklara bu fantastik, şaşırtıcı, ilgi çekici Dorothy'nin öyküsünü okuyun ya da armağan edin.
Aslında istediklerimiz bizde var ancak özümüze dönmediğimiz için farkedemiyoruz ve başkalarından bir mucize bekliyoruz.
Çeviren : Volkan Yalçıntoklu
Sayfa Sayısı : 125
Bütün çocuklara bu fantastik, şaşırtıcı, ilgi çekici Dorothy'nin öyküsünü okuyun ya da armağan edin.
Aslında istediklerimiz bizde var ancak özümüze dönmediğimiz için farkedemiyoruz ve başkalarından bir mucize bekliyoruz.
Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu - Eleanor Coerr
Her şeye rağmen hayattan umudunu yitirmeyen Sadako'nın gerçek yaşam öylüsü
Beyaz Balina Yayınları
Çeviren : Zuhal Yeke
Sayfa Sayısı : 92
Önsöz
"Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu" kitabının konusu, 1943-1955 yılları arasında Japonya'da yaşamış olan küçük bir kızın gerçek hayat hikayesine dayanıyor. Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetleri 2. Dünya Savaşı'nı sona erdirmek amacıyla Hiroşima'ya atom bombası attığında, küçük Sadako Sasaki bu şehirde yaşıyordu. Atom bombasının yaydığı radyasyon sonucu lösemiye yakalanan Sadako, bombanın atıldığı tarihten 10 yıl sonra öldü. Sadako'nun gösterdiği cesaret, onu Japon çocuklarının gözünde kahraman yaptı. Okuyacağınız öykü Sadako'nun öylüsüdür...
Kağıttan Bin Turna Kuşu efsanesi der ki: Bir insan hastalandığında, kağıttan bin adet turna kuşu yaparsa, bunu gören tanrılar bu kişiyi sağlığına kavuşturacaktır. Bunu bilen Sadako hastalığını cesaretle karşılayıp, kağıttan turnaları katlamaya başlar ve konuşur turnalarıyla: 'Kanatlarınıza 'huzur' yazacağım. Böylece tüm dünyada uçabileceksiniz. Ne yazık ki bu küçük Japon kızın yaşamı bin turnayı katlamaya yetmeyecek ve 25 Ekim 1955 günü 644. turnayı katlarken hayata gözlerini yumacaktır. Yine de arkadaşları, eksik kalan 356 turnayı katlayıp onunla birlikte gömerler. Turna kuşu, o zamandan beri barışın ve nükleer silahsızlanmanın simgesidir. Postacılar Sadako öldükten sonra, aylar boyunca, diğer çocukların yapıp yolladığı kağıttan turna kuşlarını taşırlar hastaneye, bu turna kuşlarının sayısı şimdi milyonlara ulaşmıştır. Sadako Sasaki anısına Hiroşima'da bir anıt yapılmıştır ve ABD' deki Seattle Barış Parkı'nda bir heykeli bulunmaktadır."
Spor Bayramında büyük atletizm yarışmasına yedek koşucu olarak seçilen Sadako sürekli antrenman yapmaktadır. Ancak, daha sonra kimseye söz etmediği ve kendisini de önemli olmadığına inandırdığı baş dönmeleri başlamıştır. Bir gün öğretmeni Mitsue' nin yanında düşer ve sendeler. Öğretmeni durumu ailesine bildirmesini ister. Hastane' nin yolunu tutarlar... Arkadaşı Şizuko ona Kağıttan Bin Turna kuşu efsanesini anlatır ve ilk kuşu Sadako için yapar. Kitabın arka kısmında Sadako'nun kağıttan katlayarak yaptığı turna kuşu'nun origami örneği bulunmakta.. Okunması yarım saatinizi almayacak bu kitap 1981 yılında Batı Avusturalya Genç Okuyucular Ödülü'nü almış ve 10 yaş ve üstü okuyucular için.
"Cennetin turna sürüsü,
Kanatlarınla çocuğumu ört."
Jose Mauro De Vasconcelos - Şeker Portakalı
Can Yayınları
Çeviri : Aydın Emeç
Sayfa Sayısı : 182
Çocuk ruhunun güzelliğini, çocukların çocuk gibi davranması gerektiğini, Zeze'yi arkadaşı Portuga'nın ailesinden daha iyi anladığını aktaran bu muhteşem kitap yetişkinlere ithaf edilmiştir.
Bu kitabı okuduktan sonra her çocukta Zeze'yi göreceksiniz.
İnsanın içinden de şarkı söyleyebildiğini bilmiyor muydu yoksa? Bir şey demedim. Bilmiyorsa bunu ona öğretmeyecektim.
Büyüdüğüm zaman bilgin ve şair olmak, kelebek boyunbağı takmak istiyorum. Kelebek boyunbağımla resim çektireceğim. "Neden kelebek boyunbağı?" :) "Çünkü insan kelebek boyunbağı olmadan şair olamaz. Edmundo dayı bana dergilerdeki şair resimlerini gösterdi, hepsinin kelebek boyunbağı var."
"Büyükler söyleyebilir, onlar için önemi yoktur."
Büyüdüğüm zaman görecekti onlar. Amazon yöresinde bir orman satın alacaktım, gökyüzüne değen bütün ağaçlar benim olacaktı. Üzerinde yığınlarla melek bulunan bir mağaza dolusu şişe satın alacaktım, kimseye bir kanat ucu bile vermeyecektim. :)
"Herkes her zaman haklı. Bense hiç bir zaman."
"Bu yarasanın seni çok sevdiğine inanıyor musun?
"Evet seviyor."
"Yürekten mi?"
"Bundan hiç kuşkum yok."
"Çünkü herkes kelebek boyun bağlı bir şair olmak için doğmadı.Ama istersen sen de öğrenebilirsin."
"Hayır, sanmıyorum. İnsanda böyle şeylere doğuştan 'yatkınlık' olmalı."
"Kimseden hiç bir şey beklemiyorum. Böylece hayal kırıklığına da uğramamış oluyorum. Hem, küçük İsa herkesin söylediği, papazın ve din kitaplarının anlattığı kadar iyi değil..."
Hepimiz büyüktük. Küçük küçük parçalarla, aynı üzüntüden payını alan büyük ve üzgün kişiler.
Cebimdeki para nedeniyle bir süre güçlendim, yüreklendim.
Başımı eğdim ve Totoca'nın dediği gibi, yalnız zengin kişileri seven küçük İsa'yı düşündüm.
Seni öyle güzelleştireceğim ki, hiç bir ağaç seninle boy ölçüşemeyecek. :)
Acıyan yerimi ovuşturarak dışarı çıktım, yüzükoyun yatağa uzandım. Babamın kağıt oynamaya gitmesi büyük talihti doğrusu. Son gözyaşı damlasını da içime akıtarak ve en iyi dayak ilacının yatak olduğunu düşünerek karanlıkta öylece yattım.
Açıklayayım Zeze. Bu değişimin ne olduğunu biliyor musun? Büyümektesin demektir. İnsan büyüdü mü böyle olur. Yani bilinçlenir. İçindeki o konuşan ve gören şeye 'bilinç' denir.
"Uç küçük kuşum, yükseklere uç. Uç da Tanrı'nın parmağına kon. Tanrı seni başka bir küçük çocuğa
yollayacak. Benim için şarkı söylediğin gibi, onu. İçin de söyleyeceksin. Hoşça kal, benim güzel kuşum."
"Ağlamak kötü bir şey mi?"
"Ağlamak hiç bir zaman kötü değildir budala, neden sordun?"
"Bilmiyorum. Bir türlü alışamadım. Sanki yüreğim boş bir kafes..."
"Erken kalkıyorum ve Serginho'nun bahçesinin oradan geçiyorum. Bahçe kapısı aralık olduğundan hemen içeri girip bir çiçek alıyorum. Ama o kadar çok çiçek var ki farkedilmez."
"Evet ama bu yine de doğru bir şey değil. Yapmaman gerekir. Bir soygun yapmıyorsun elbette, ama yine de küçük çapta bir 'hırsızlık' sayılır."
"Hayır, Donna Cecilia. Yeryüzü, Ulu Tanrı'nındır, değil mi? Yeryüzündeki her şey de Ulu Tanrı'nındır öyleyse. O zaman çiçekler de..."
Mantığım karşısında ağzı açık kaldı. :)
Küçük düşmek çektiğim acıdan daha çok üzüyordu beni. Bu hayvana ağız dolusu sövmek isteği duyuyordum içimde.
"Portuga!"
"Hımmm..."
"Hep senin yanında olmak isterdim biliyor musun?"
"Neden?"
"Çünkü dünyanın en iyi insanısın. Senin yanındayken beni kimse azarlamıyor ve gün ışığının yüreğimi mutlulukla doldurduğunu hissediyorum." :)
Ama Gloria bendeki değişimi bilmiyordu. Kararımdan haberi yoktu. Gittiğim filmleri değiştirecektim. Bundan böyle, büyüklerin deyimiyle aşk filmlerini görmeye gidecektim yalnızca. Öpüşmeli ve herkesin birbirini sevdiği filmlere. Dayak yemekten başka işe yaramayan ben, hiç değilse başkalarının seviştiklerini seyredecektim... :)
Bir gün Dindinha bana, sevincin 'yürekte ışıldayan bir güneş' olduğunu söylemiş, güneşin her şeyi mutlulukla aydınlattığını belirtmişti. Bu doğruysa, benim iç güneşim de şimdi her şeyi güzelleştiriyordu...
"Kraliçenin halkı nedir?"
"Verdiği emirlere boyun eğen insanlar."
"Ben de senin halkın olabilir miyim?"
Otları bile kımıldatan neşeli bir kahkaha attı.
"Hayır, çünkü ben kral değilim, emir vermiyorum. Senden bir takım şeyler istiyorum yalnızca."
"Ama kral olabilirsin. Kral olmak için gerekli her şeyin var. Krallar da senin kadar iridir. Kupanın, maçanın, sineğin, karonun kralı, iskambil kağıtlarındaki bütün krallar senin kadar güzeldir, Portuga."
:)
"Biliyor musun, Minguinho; on iki çocuğum ve ardından bir on iki çocuğum daha olsun istiyorum, anladın mı? İlk on ikisi hep çocuk kalacak; kimse de onları dövmeyecek. Ötekiler büyük insan olacaklar. Onlara soracağım: Ne iş tutmak istiyorsun yavrum? Oduncu mu olmak istiyorsun? Peki, işte sana baltayla kareli gömlek. Sen bir sirkte hayvan eğiticisi mi olmak istiyorsun? Peki işte, sana kırbaç ve giysi..."
"İyi ama Noel'de bu kadar çocukla ne yapacaksın?"
Ah şu Minguinho! Böyle bir anda insanın hiç sözü kesilir mi?
"Noel'de çok param olacak. Bir kamyon dolusu kestane ve fındık alacağım. Bol bol ceviz, incir ve kuru üzüm. O kadar çok oyuncakları olacak ki, başkalarına verecekler, yoksul komşularına dağıtacaklar... Şimdiden sonra zengin olacağım; piyangoda kazanmak istediğim büyük ikramiyeden de çok param olacak. " :)
Ah Zeze ahh :)
Çeviri : Aydın Emeç
Sayfa Sayısı : 182
Çocuk ruhunun güzelliğini, çocukların çocuk gibi davranması gerektiğini, Zeze'yi arkadaşı Portuga'nın ailesinden daha iyi anladığını aktaran bu muhteşem kitap yetişkinlere ithaf edilmiştir.
Bu kitabı okuduktan sonra her çocukta Zeze'yi göreceksiniz.
İnsanın içinden de şarkı söyleyebildiğini bilmiyor muydu yoksa? Bir şey demedim. Bilmiyorsa bunu ona öğretmeyecektim.
Büyüdüğüm zaman bilgin ve şair olmak, kelebek boyunbağı takmak istiyorum. Kelebek boyunbağımla resim çektireceğim. "Neden kelebek boyunbağı?" :) "Çünkü insan kelebek boyunbağı olmadan şair olamaz. Edmundo dayı bana dergilerdeki şair resimlerini gösterdi, hepsinin kelebek boyunbağı var."
"Büyükler söyleyebilir, onlar için önemi yoktur."
Büyüdüğüm zaman görecekti onlar. Amazon yöresinde bir orman satın alacaktım, gökyüzüne değen bütün ağaçlar benim olacaktı. Üzerinde yığınlarla melek bulunan bir mağaza dolusu şişe satın alacaktım, kimseye bir kanat ucu bile vermeyecektim. :)
"Herkes her zaman haklı. Bense hiç bir zaman."
"Bu yarasanın seni çok sevdiğine inanıyor musun?
"Evet seviyor."
"Yürekten mi?"
"Bundan hiç kuşkum yok."
"Çünkü herkes kelebek boyun bağlı bir şair olmak için doğmadı.Ama istersen sen de öğrenebilirsin."
"Hayır, sanmıyorum. İnsanda böyle şeylere doğuştan 'yatkınlık' olmalı."
"Kimseden hiç bir şey beklemiyorum. Böylece hayal kırıklığına da uğramamış oluyorum. Hem, küçük İsa herkesin söylediği, papazın ve din kitaplarının anlattığı kadar iyi değil..."
Hepimiz büyüktük. Küçük küçük parçalarla, aynı üzüntüden payını alan büyük ve üzgün kişiler.
Cebimdeki para nedeniyle bir süre güçlendim, yüreklendim.
Başımı eğdim ve Totoca'nın dediği gibi, yalnız zengin kişileri seven küçük İsa'yı düşündüm.
Seni öyle güzelleştireceğim ki, hiç bir ağaç seninle boy ölçüşemeyecek. :)
Acıyan yerimi ovuşturarak dışarı çıktım, yüzükoyun yatağa uzandım. Babamın kağıt oynamaya gitmesi büyük talihti doğrusu. Son gözyaşı damlasını da içime akıtarak ve en iyi dayak ilacının yatak olduğunu düşünerek karanlıkta öylece yattım.
Açıklayayım Zeze. Bu değişimin ne olduğunu biliyor musun? Büyümektesin demektir. İnsan büyüdü mü böyle olur. Yani bilinçlenir. İçindeki o konuşan ve gören şeye 'bilinç' denir.
"Uç küçük kuşum, yükseklere uç. Uç da Tanrı'nın parmağına kon. Tanrı seni başka bir küçük çocuğa
yollayacak. Benim için şarkı söylediğin gibi, onu. İçin de söyleyeceksin. Hoşça kal, benim güzel kuşum."
"Ağlamak kötü bir şey mi?"
"Ağlamak hiç bir zaman kötü değildir budala, neden sordun?"
"Bilmiyorum. Bir türlü alışamadım. Sanki yüreğim boş bir kafes..."
"Erken kalkıyorum ve Serginho'nun bahçesinin oradan geçiyorum. Bahçe kapısı aralık olduğundan hemen içeri girip bir çiçek alıyorum. Ama o kadar çok çiçek var ki farkedilmez."
"Evet ama bu yine de doğru bir şey değil. Yapmaman gerekir. Bir soygun yapmıyorsun elbette, ama yine de küçük çapta bir 'hırsızlık' sayılır."
"Hayır, Donna Cecilia. Yeryüzü, Ulu Tanrı'nındır, değil mi? Yeryüzündeki her şey de Ulu Tanrı'nındır öyleyse. O zaman çiçekler de..."
Mantığım karşısında ağzı açık kaldı. :)
Küçük düşmek çektiğim acıdan daha çok üzüyordu beni. Bu hayvana ağız dolusu sövmek isteği duyuyordum içimde.
"Portuga!"
"Hımmm..."
"Hep senin yanında olmak isterdim biliyor musun?"
"Neden?"
"Çünkü dünyanın en iyi insanısın. Senin yanındayken beni kimse azarlamıyor ve gün ışığının yüreğimi mutlulukla doldurduğunu hissediyorum." :)
Ama Gloria bendeki değişimi bilmiyordu. Kararımdan haberi yoktu. Gittiğim filmleri değiştirecektim. Bundan böyle, büyüklerin deyimiyle aşk filmlerini görmeye gidecektim yalnızca. Öpüşmeli ve herkesin birbirini sevdiği filmlere. Dayak yemekten başka işe yaramayan ben, hiç değilse başkalarının seviştiklerini seyredecektim... :)
Bir gün Dindinha bana, sevincin 'yürekte ışıldayan bir güneş' olduğunu söylemiş, güneşin her şeyi mutlulukla aydınlattığını belirtmişti. Bu doğruysa, benim iç güneşim de şimdi her şeyi güzelleştiriyordu...
"Kraliçenin halkı nedir?"
"Verdiği emirlere boyun eğen insanlar."
"Ben de senin halkın olabilir miyim?"
Otları bile kımıldatan neşeli bir kahkaha attı.
"Hayır, çünkü ben kral değilim, emir vermiyorum. Senden bir takım şeyler istiyorum yalnızca."
"Ama kral olabilirsin. Kral olmak için gerekli her şeyin var. Krallar da senin kadar iridir. Kupanın, maçanın, sineğin, karonun kralı, iskambil kağıtlarındaki bütün krallar senin kadar güzeldir, Portuga."
:)
"Biliyor musun, Minguinho; on iki çocuğum ve ardından bir on iki çocuğum daha olsun istiyorum, anladın mı? İlk on ikisi hep çocuk kalacak; kimse de onları dövmeyecek. Ötekiler büyük insan olacaklar. Onlara soracağım: Ne iş tutmak istiyorsun yavrum? Oduncu mu olmak istiyorsun? Peki, işte sana baltayla kareli gömlek. Sen bir sirkte hayvan eğiticisi mi olmak istiyorsun? Peki işte, sana kırbaç ve giysi..."
"İyi ama Noel'de bu kadar çocukla ne yapacaksın?"
Ah şu Minguinho! Böyle bir anda insanın hiç sözü kesilir mi?
"Noel'de çok param olacak. Bir kamyon dolusu kestane ve fındık alacağım. Bol bol ceviz, incir ve kuru üzüm. O kadar çok oyuncakları olacak ki, başkalarına verecekler, yoksul komşularına dağıtacaklar... Şimdiden sonra zengin olacağım; piyangoda kazanmak istediğim büyük ikramiyeden de çok param olacak. " :)
Ah Zeze ahh :)
Küçük Prens - Antoıne De Saınt-Exupery
Yayınevi: Mavibulut
Çeviren: Sumru Ağıryürüyen
Sayfa Sayısı: 95
Küçük Prens ile başlangıç yapmak istedim.Hakkında bir söz söylemeyi gerektirmiyor.
Kitap konuşsun :)
Büyükler hiç bir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara her şeyi açıklayıp durmaksa, çocuklar için gerçekten yorucu...
Büyükler rakamlara bayılırlar. Diyelim yeni arkadaşınızdan söz ettiniz; asla işin özünü merak etmezler. Örneğin, "Ses tonu nasıl? Hangi oyunları seviyor? Kelebek koleksiyonu var mı?" diye sormazlar asla. Onun yerine, "Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?"
derler. Onu ancak bu şekilde tanıyacaklarını sanırlar. Büyüklere, "Kırmızı tuğlalı bir ev gördüm.Penceresinde sardunyalar, çatısında güvercinler vardı..." derseniz eğer, bu evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara denilmesi gereken şudur: "Milyonluk bir ev gördüm." İşte o zaman, "Ah ne kadar güzel!" derler size.
İnsanın dostunu unutması çok acı bir şey. Herkesin dostu olmaz.
Gezegenin birinde pancar suratlı bir adam yaşıyor. Hayatında tek bir çiçek koklamamış... Tek bir yıldıza bakmamış... Kimseleri sevmemiş... Hayatında tek yaptığı şey, rakamları toplamak. Bütün gün senin gibi, "Ben çok ciddi bir adamım! Çok ciddi bir adamım ben!" diye söyleniyor. Bununla da pek şişiniyor. Ama o adam filan değil, mantarın teki!
"Çiçekleri asla dinlememelisin. Onları seyretmeli, onları koklamalısın yalnızca. Çiçeğim tüm gezegeni mis gibi kokularla dolduruyordu, ama ben bundan mutlu olmayı bilemedim. Şu pençe meselesinde sinirleneceğime, şefkat duymalıydım ona." Küçük prens içini dökmeye devam etti."O zamanlar ne kadar anlayışsızmışım! Onu davranışlarıyla değerlendirmeliymişim, dedikleriyle değil.
Benim için kokuyor, benim için parlıyordu. Ondan kaçmamalıydım. Onun o gülünç numaralarının ardındaki sevecenliği anlamalıydım. Çiçeklerin bir anları bir anlarına uymuyor. Bense onu sevmeyi bilemeyecek kadar gençtim o zaman."
Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir kaç tırtıla katlanmam gerek. Çok güzel bir şey olmalı bu...
Herkesten verebileceği kadarını istemek gerek. Otorite her şeyden önce mantık ister. Gidipte halka kendilerini denize atmalarını emrederseniz, devrim yaparlar. Ama itaat istemek benim hakkım, çünkü ben mantıklı emirler veriyorum.
En zoru budur. Kişinin kendi kendini yargılaması, başkalarını yargılamasından çok daha güçtür.
Kendi kendini yargılamayı becerebiliyorsan, hakikaten bilge bir kişisin demektir.
Çünkü, kendini beğenmiş kişiler herkesin kendine hayran olduklarını sanırlar.
Yeryüzünde yaşayan iki milyar insan, mitinglerdeki gibi ayakta ve biraz sıkışık düzende dursalardı, eni ve boyu otuzar kilometrelik bir meydana sığabilirlerdi. Yani, tüm insanlığı, Büyük okyanus'ta minnacık bir adaya toplayabilirdiniz. Tabii, bunu söylediğinizde, büyükler size hiç inanmayacaklardır. Onlar çok daha geniş bir yer kapladıklarını sanırlar. Kendilerini baobaplar kadar önemli bulurlar. Bu yüzden onlara, hesabı bir de kendilerinin yapmasını öğütleyin. Rakamlara taptıklarından, bundan çok hoşlanacaklardır.
"İnsanların arasında da yalnızdır insan," dedi yılan.
İnsanların hiç bir şey öğrenecek vakitleri yok artık. Her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığından, insanların dostları da yok artık. Bir dost istiyorsan, evcilleştir beni!
Dil bütün yanlış anlaşılmaların kaynağıdır.
Diyelim öğleden sonra dörtte geliyorsun, saat üçten itibaren içim mutluluktan kıpır kıpır olmaya başlar. Vakit yaklaştıkça, kendimi giderek daha mutlu hissederim. Saat dört olur olmazda bir telaş kaplar içimi; Mutluluğun bedelini anlamaya başlarım! Ama, sen herhangi bir saatte gelirsen, yüreğimi ne zaman buna hazırlayacağımı bilemem. Adet denen şey, iyi bir şey...
"Güzelsiniz ama boşsunuz," diye devam etti Küçük Prens. "Uğrunuza kimse can vermek istemez. Elbette yoldan geçen sıradan biri gülümü gördüğünde, size benzediğini sanacaktır. Ama, o tek başına hepinizden daha önemli, çünkü, benim suladığım gül o. Çünkü üzerini cam fanusla örttüğüm o. Çünkü, esen yelden, siperliklerden koruduğum o. Çünkü, kelebek olması için bıraktığım bir ikisi dışında, üzerindeki tırtılları ayıkladığım o. Çünkü, sızlanmalarına, böbürlenmelerine, hatta suskunluklarına kulak kesildiğim de o. Çünkü, o benim gülüm."
"Elveda," dedi tilki de. "İşte sırrım, çok basit: En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez."
"Gülünü senin için bu kadar önemli kılan, ona harcadığın zamandır."
"İnsanlar bu hakikati unuttular," dedi tilki. "Ama sen unutmamalısın. Bir şeyi evcilleştirdin mi, sorumluluğu sana ait olur. Gülünden sorumlusun yani..."
" Yalnızca çocuklar ne aradıklarını biliyorlar," dedi Küçük Prens. " Bezden bir bebekle saatler geçirebilirler, her şeyleri o bebektir sanki; biri onu ellerinden almaya kalkarsa da hemen ağlayıverirler..."
"Su yüreğe de iyi gelebilir.."
"Yıldızlar gözlerden uzak bir çiçek sayesinde güzeller..."
"Evi de, yıldızları da, çölü de güzel kılan, gözle görülemez."
"Bu yalnızca bir görünüş. Asıl önemli olan gözle görülemez..."
"Senin gezegenindeki insanlar," dedi Küçük Prens. "Tek bir bahçeye beş bin gül dikiyorlar... Ama yine de aradıklarını bulamıyorlar..." "Evet bulamıyorlar," diye yanıtladım onu. "Halbuki, aradıkları tek bir gülde ya da bir yudum suda olabilir..."
"Ama gözler gerçeği göremez ki. Yüreğiyle aramalı insan."
Sorulara yanıt vermiyordu, ama insan kızardığında, bu "evet" demek değil midir?
Birinin sizi evcilleştirmesini kabul etmişseniz, biraz olsun gözyaşı dökmeyi de göze alacaktınız...
"Asıl önemli olan, göze görünmeyendir..." "Elbette..." "Tıpkı çiçek gibi... Yıldızlardan birindeki bir çiçeği seversen, akşamları gökyüzüne bakmak ne güzeldir! Tüm yıldızlar çiçeğe dururlar." :)
"Elbette..." " Tıpkı su gibi. Bana içirdiğin su müzik gibiydi; çıkrık ve ip nedeniyle... Hatırlıyorsun değil mi, ne hoştu... :)
"Geceleri yıldızlara bakacaksın. Benim yıldızım bulup da sana gösteremeyeceğim kadara küçük. İyi ki de öyle... Yıldızım senin için şu yıldızlardan biri olacak. O zaman da bütün yıldızlara bakmak mutlu edecek seni... Hepsi birden dostun olacak."
"Herkesin bir yıldızı var, ama hiç biri aynı değil. Yola çıkanlar için yıldızlar birer klavuz olurlar.
Kimileri içinse, küçük ışıklardan başka bir şey değildirler. Bilginler için çözülecek birer problem... Şu
benim işadamı için, altından yapılmışlardır. Ama bu yıldızların hepsi suskundur. Senin yıldızınsa kimselerinkine benzemeyecek..."
"O yıldızlardan birinde ben yaşıyor, ben gülüyor olacağım... İşte bu yüzden, geceleri gökyüzüne
baktığın zaman, bütün yıldızlar gülüyor gibi gelecek sana. Yalnız senin gülmeyi bilen yıldızların olacak!" :)
"Günün birinde üzüntün geçince (üzüntüler günün birinde mutlaka geçer), beni tanımış olduğuna sevineceksin. Hep dostum olarak kalacaksın benim. Benimle gülmek isteyeceksin. Bazen aklına esip pencereni açacaksın... Dostların senin gökyüzüne bakıp güldüğünü görünce hayretler içinde kalacaklar. O zaman sen de onlara, yıldızlar beni hep güldürür, diyeceksin. Aklını kaçırdığını sanacaklar. Ben de sana iyi bir oyun oynamış olacağım..." :) " Sanki yıldızlar yerine, gülmeyi bilen
bir sürü küçük çıngırak vermişim gibi..." :) En sevdiğim bölüm
"Çok güzel olacak inan bana. Bende yıldızlara bakacağım hem. Yıldızların hepsi çıkrığı paslı birer kuyu olacak benim için. Yıldızların hepsi taze su verecekler bana..." :) "Ne güzel eğleneceğiz! Senin
beş yüz milyon çınğırağın olacak, benim de beş yüz milyon çeşmem..." :(
"Sen de biliyorsun... Çiçeğim... Sorumluluğu bana ait onun! O kadar güçsüz, o kadar saf ki! Bütün tehlikelere karşı kendini korumak için dört dikeninden başka bir şeyi yok..."
Gökyüzüne bir bakın. Sonra kendinize sorun: "Koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?" Göreceksiniz, her şey nasıl da değişecek...Ve hiç bir yetişkin insan,bunun ne kadar önemli olduğunu asla anlamayacak!
Bazı insanların, yüreğe iyi gelen yanları vardı. armağan gibiydiler.
Çeviren: Sumru Ağıryürüyen
Sayfa Sayısı: 95
Küçük Prens ile başlangıç yapmak istedim.Hakkında bir söz söylemeyi gerektirmiyor.
Kitap konuşsun :)
Büyükler hiç bir şeyi asla kendi başlarına anlayamıyorlar; onlara her şeyi açıklayıp durmaksa, çocuklar için gerçekten yorucu...
Büyükler rakamlara bayılırlar. Diyelim yeni arkadaşınızdan söz ettiniz; asla işin özünü merak etmezler. Örneğin, "Ses tonu nasıl? Hangi oyunları seviyor? Kelebek koleksiyonu var mı?" diye sormazlar asla. Onun yerine, "Kaç yaşında? Kaç kardeşi var? Kaç kilo? Babası kaç para kazanıyor?"
derler. Onu ancak bu şekilde tanıyacaklarını sanırlar. Büyüklere, "Kırmızı tuğlalı bir ev gördüm.Penceresinde sardunyalar, çatısında güvercinler vardı..." derseniz eğer, bu evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara denilmesi gereken şudur: "Milyonluk bir ev gördüm." İşte o zaman, "Ah ne kadar güzel!" derler size.
İnsanın dostunu unutması çok acı bir şey. Herkesin dostu olmaz.
Gezegenin birinde pancar suratlı bir adam yaşıyor. Hayatında tek bir çiçek koklamamış... Tek bir yıldıza bakmamış... Kimseleri sevmemiş... Hayatında tek yaptığı şey, rakamları toplamak. Bütün gün senin gibi, "Ben çok ciddi bir adamım! Çok ciddi bir adamım ben!" diye söyleniyor. Bununla da pek şişiniyor. Ama o adam filan değil, mantarın teki!
"Çiçekleri asla dinlememelisin. Onları seyretmeli, onları koklamalısın yalnızca. Çiçeğim tüm gezegeni mis gibi kokularla dolduruyordu, ama ben bundan mutlu olmayı bilemedim. Şu pençe meselesinde sinirleneceğime, şefkat duymalıydım ona." Küçük prens içini dökmeye devam etti."O zamanlar ne kadar anlayışsızmışım! Onu davranışlarıyla değerlendirmeliymişim, dedikleriyle değil.
Benim için kokuyor, benim için parlıyordu. Ondan kaçmamalıydım. Onun o gülünç numaralarının ardındaki sevecenliği anlamalıydım. Çiçeklerin bir anları bir anlarına uymuyor. Bense onu sevmeyi bilemeyecek kadar gençtim o zaman."
Kelebeklerle tanışmak istiyorsam, bir kaç tırtıla katlanmam gerek. Çok güzel bir şey olmalı bu...
Herkesten verebileceği kadarını istemek gerek. Otorite her şeyden önce mantık ister. Gidipte halka kendilerini denize atmalarını emrederseniz, devrim yaparlar. Ama itaat istemek benim hakkım, çünkü ben mantıklı emirler veriyorum.
En zoru budur. Kişinin kendi kendini yargılaması, başkalarını yargılamasından çok daha güçtür.
Kendi kendini yargılamayı becerebiliyorsan, hakikaten bilge bir kişisin demektir.
Çünkü, kendini beğenmiş kişiler herkesin kendine hayran olduklarını sanırlar.
Yeryüzünde yaşayan iki milyar insan, mitinglerdeki gibi ayakta ve biraz sıkışık düzende dursalardı, eni ve boyu otuzar kilometrelik bir meydana sığabilirlerdi. Yani, tüm insanlığı, Büyük okyanus'ta minnacık bir adaya toplayabilirdiniz. Tabii, bunu söylediğinizde, büyükler size hiç inanmayacaklardır. Onlar çok daha geniş bir yer kapladıklarını sanırlar. Kendilerini baobaplar kadar önemli bulurlar. Bu yüzden onlara, hesabı bir de kendilerinin yapmasını öğütleyin. Rakamlara taptıklarından, bundan çok hoşlanacaklardır.
"İnsanların arasında da yalnızdır insan," dedi yılan.
İnsanların hiç bir şey öğrenecek vakitleri yok artık. Her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığından, insanların dostları da yok artık. Bir dost istiyorsan, evcilleştir beni!
Dil bütün yanlış anlaşılmaların kaynağıdır.
Diyelim öğleden sonra dörtte geliyorsun, saat üçten itibaren içim mutluluktan kıpır kıpır olmaya başlar. Vakit yaklaştıkça, kendimi giderek daha mutlu hissederim. Saat dört olur olmazda bir telaş kaplar içimi; Mutluluğun bedelini anlamaya başlarım! Ama, sen herhangi bir saatte gelirsen, yüreğimi ne zaman buna hazırlayacağımı bilemem. Adet denen şey, iyi bir şey...
"Güzelsiniz ama boşsunuz," diye devam etti Küçük Prens. "Uğrunuza kimse can vermek istemez. Elbette yoldan geçen sıradan biri gülümü gördüğünde, size benzediğini sanacaktır. Ama, o tek başına hepinizden daha önemli, çünkü, benim suladığım gül o. Çünkü üzerini cam fanusla örttüğüm o. Çünkü, esen yelden, siperliklerden koruduğum o. Çünkü, kelebek olması için bıraktığım bir ikisi dışında, üzerindeki tırtılları ayıkladığım o. Çünkü, sızlanmalarına, böbürlenmelerine, hatta suskunluklarına kulak kesildiğim de o. Çünkü, o benim gülüm."
"Elveda," dedi tilki de. "İşte sırrım, çok basit: En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez."
"Gülünü senin için bu kadar önemli kılan, ona harcadığın zamandır."
"İnsanlar bu hakikati unuttular," dedi tilki. "Ama sen unutmamalısın. Bir şeyi evcilleştirdin mi, sorumluluğu sana ait olur. Gülünden sorumlusun yani..."
" Yalnızca çocuklar ne aradıklarını biliyorlar," dedi Küçük Prens. " Bezden bir bebekle saatler geçirebilirler, her şeyleri o bebektir sanki; biri onu ellerinden almaya kalkarsa da hemen ağlayıverirler..."
"Su yüreğe de iyi gelebilir.."
"Yıldızlar gözlerden uzak bir çiçek sayesinde güzeller..."
"Evi de, yıldızları da, çölü de güzel kılan, gözle görülemez."
"Bu yalnızca bir görünüş. Asıl önemli olan gözle görülemez..."
"Senin gezegenindeki insanlar," dedi Küçük Prens. "Tek bir bahçeye beş bin gül dikiyorlar... Ama yine de aradıklarını bulamıyorlar..." "Evet bulamıyorlar," diye yanıtladım onu. "Halbuki, aradıkları tek bir gülde ya da bir yudum suda olabilir..."
"Ama gözler gerçeği göremez ki. Yüreğiyle aramalı insan."
Sorulara yanıt vermiyordu, ama insan kızardığında, bu "evet" demek değil midir?
Birinin sizi evcilleştirmesini kabul etmişseniz, biraz olsun gözyaşı dökmeyi de göze alacaktınız...
"Asıl önemli olan, göze görünmeyendir..." "Elbette..." "Tıpkı çiçek gibi... Yıldızlardan birindeki bir çiçeği seversen, akşamları gökyüzüne bakmak ne güzeldir! Tüm yıldızlar çiçeğe dururlar." :)
"Elbette..." " Tıpkı su gibi. Bana içirdiğin su müzik gibiydi; çıkrık ve ip nedeniyle... Hatırlıyorsun değil mi, ne hoştu... :)
"Geceleri yıldızlara bakacaksın. Benim yıldızım bulup da sana gösteremeyeceğim kadara küçük. İyi ki de öyle... Yıldızım senin için şu yıldızlardan biri olacak. O zaman da bütün yıldızlara bakmak mutlu edecek seni... Hepsi birden dostun olacak."
"Herkesin bir yıldızı var, ama hiç biri aynı değil. Yola çıkanlar için yıldızlar birer klavuz olurlar.
Kimileri içinse, küçük ışıklardan başka bir şey değildirler. Bilginler için çözülecek birer problem... Şu
benim işadamı için, altından yapılmışlardır. Ama bu yıldızların hepsi suskundur. Senin yıldızınsa kimselerinkine benzemeyecek..."
"O yıldızlardan birinde ben yaşıyor, ben gülüyor olacağım... İşte bu yüzden, geceleri gökyüzüne
baktığın zaman, bütün yıldızlar gülüyor gibi gelecek sana. Yalnız senin gülmeyi bilen yıldızların olacak!" :)
"Günün birinde üzüntün geçince (üzüntüler günün birinde mutlaka geçer), beni tanımış olduğuna sevineceksin. Hep dostum olarak kalacaksın benim. Benimle gülmek isteyeceksin. Bazen aklına esip pencereni açacaksın... Dostların senin gökyüzüne bakıp güldüğünü görünce hayretler içinde kalacaklar. O zaman sen de onlara, yıldızlar beni hep güldürür, diyeceksin. Aklını kaçırdığını sanacaklar. Ben de sana iyi bir oyun oynamış olacağım..." :) " Sanki yıldızlar yerine, gülmeyi bilen
bir sürü küçük çıngırak vermişim gibi..." :) En sevdiğim bölüm
"Çok güzel olacak inan bana. Bende yıldızlara bakacağım hem. Yıldızların hepsi çıkrığı paslı birer kuyu olacak benim için. Yıldızların hepsi taze su verecekler bana..." :) "Ne güzel eğleneceğiz! Senin
beş yüz milyon çınğırağın olacak, benim de beş yüz milyon çeşmem..." :(
"Sen de biliyorsun... Çiçeğim... Sorumluluğu bana ait onun! O kadar güçsüz, o kadar saf ki! Bütün tehlikelere karşı kendini korumak için dört dikeninden başka bir şeyi yok..."
Gökyüzüne bir bakın. Sonra kendinize sorun: "Koyun çiçeği yedi mi, yemedi mi?" Göreceksiniz, her şey nasıl da değişecek...Ve hiç bir yetişkin insan,bunun ne kadar önemli olduğunu asla anlamayacak!
Bazı insanların, yüreğe iyi gelen yanları vardı. armağan gibiydiler.
9 Nisan 2016 Cumartesi
8 Nisan 2016 Cuma
7 Nisan 2016 Perşembe
İbni Sina'dan
Benim gibi birini heretik (kafir) saymak o kadar kolay değildir.
Dini inanç konusunda hiç kimse benim kadar samimi değildir.
Ben bütün dünyada tek insanım (yani ben heretiksem),
Öyleyse dünyada herhangi bir yerde tek müslüman yoktur.
Dini inanç konusunda hiç kimse benim kadar samimi değildir.
Ben bütün dünyada tek insanım (yani ben heretiksem),
Öyleyse dünyada herhangi bir yerde tek müslüman yoktur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)